7 Temmuz 2013 Pazar

Urukagina, Ur-nammu, Hammurabi kanunları ve çelişkiler

Urukagina, Ur-nammu, Hammurabi kanunları ve çelişkiler

Çoğu araştırma metinlerinde ısrarla belirtilen ortak ifade; tarihte ilk hukuk kanunlarının başlangıcı, Babil kralı Hammurabi döneminde düzenlenen kanunlar olduğu fikrinde birleşirler. Tarih yorumcuları ve konuyla ilgili araştırmacılar belge niteliğindeki eski çivi yazılı metinlerin yetersizliğinden dolayı ilk Hukuk Kanunlarının yaklaşık İ.Ö.1728-1686 (Bu tarihler bazı kaynaklarda farklı olarak ele alınmaktadırlar.) tarihleri arasında egemenlik sürdüren Babil kralı Hammurabi’nin büyük başarısı olduğunu çoğunlukla kabullenmiş bir tarzda boyun eğerler. Oysa gerçeği yansıtmaya çalışan tarihsel ifadeler, yorumlar ve yeni eklenen belgelerin öne sürdüğü bilgilerden yola çıkıldığında Sümerlerin yaşadığı Mezopotamya bölgesinde sadece Hammurabi’nin kanun koyucu bir kral olmadığı görülmektedir.

Bunun nedeni de son dönemlerde kazılar sırasında ele geçen yasa tabletlerinin bulunmasına bağlanır. Tarihsel akış içinde kronolojik olarak sıralanan yasalarla ilgili ilk belirlemeler, kralların bölgeyi daha iyi bir şekilde yönetmek ve kendilerini düşmen krallıklarına karşı çok daha güçlü göstermek için çıkardıkları yasalar olduğu görülmektedir. Bu yasalar; Urukagina (yaklaşık İ.Ö.2370), Ur-nammu (yaklaşık İ.Ö. 2047-Ur-dingir-nammu), Ana-İttuşu (İ.Ö. 2060-1960 tarihleri arasında hüküm sürmüş III Ur Hanedanı döneminde yazılmış olabileceği düşünülmektedir.), Lipit-İştar (yaklaşık İ.Ö.1934-1924) ve Hammurabi (yaklaşık İ.Ö.1728-1686) şeklinde sıralanır. Tarihsel açıdan bir sıralama içinde görünen bu yasalar, krallar tarafından bölgenin geleneklerine uygun hazırlanan yasaların egemenlik otoritesinin daha önde olduğuna işaret olarak hazırlanmıştır. Özellikle bölgedeki çok tanrılı tapınmada, rahiplerin kendi içlerinden örgütlenerek otoriteyi kemirmelerine karşılık oluşturulan hukuk yasaları olduğu şeklinde ifade edilmektedir. Mezopotamya bölgesinde egemenlik kurmuş kent krallıklarında ortaya çıkan irticai hareketlilik, aradan yıllar geçtiği halde hala çoğu yerlerde sistemle ortaklaşa yürütülen uygulamalarla örnekleri sergileniyor ve insanlar tanrısal korku nedeniyle sömürüldüklerinin farkında olamıyorlar. Bulunan arkeolojik belgelerle Mezopotamya ve Mısır bölgelerine bakıldığında yaklaşık olarak onbinlerce yıl önce hareketlenen din baskısı temel alınarak irticai hareketin başlama noktaları olarak belleklerde yer edinmektedir. Buna örnek olarak Mısır firavunu Akhenaton’un (Amenofis IV-yaklaşık(İ.Ö. 1353-1336 ) Amon tapınağından sokaklara kadar akan bir irticai akının krallığı tehdit etmesiyle yaptığı darbe girişimini gösterebiliriz. Çağdaş dünyada bile bu eski geleneklerden vazgeçmeyen sözde din akademisyenleri, böyle bir baskının olmadığı ve temelde insanın dinsel kişiliğinin yer aldığını belirtmeye çalışırlar, ancak nedense kutsal mekânlarda açıkça “dini” siyasal malzeme olarak kullanıp, örgütlendiklerini de izole ederler. Günümüz Türkiye’sinde yüzlerce iş yeri, mescid ve medreselerde bu örgütlenmeye benzer çalışmaların olduğunu hiç kimse inkar edemez. Bu tür örgütlenmelerde kesinlikle dinsel bir birliktelik görülmediği gibi sadece ticari kaygılardan dolayı çıkarların zedelenmemesi için yapıldığına yakından tanık olabiliriz. İşte görüleceği gibi özellikle Mezopotamya bölgesinde kralların yeni hukuksal yasaları yaratma girişimi dönemin rahiplerinin aynı şeklide çıkarlarını korumak için bir taraftan krallığı zor duruma düşürdüğü bir taraftan da halkı bu şekilde sömürdükleri ortaya çıktığı için uygulanmıştır. Rahiplerin çıkarları için yaptıkları baskılara karşı alınan bir dizi önlemlere bakıldığında Mezopotamya bölgesindeki kent krallarından bazıları “Laiklik” sisteminin başlamasına önder oldukları görülmektedir.


Lagaş kent kralı Urukagina


Mezopotamya Bölgesinin siyasal açıdan oldukça sıkıntılı ve zor bir şekilde yönetilmesinde ortaya çıkarılan ilk hukuksal yasalar, kral Urukagina döneminde olmuştur. Kazı yapan ve kazı raporlarını tutan arkeologlar tarafından ele geçen belgeler çözüldükten sonra kralın adına uygun olarak dönemin kanunlarına  “Urukagina Kanunları” adı verilmiştir. Lagaş kent kralı olan Urukagina, yaklaşık İ.Ö. 2370 civarında hüküm sürmüştür. Kral olmadan önce bir Ensi’ydi (Ensi:Kent ya da bölge sorumlusu-vali). Urukagina Lagaş Kent kralı Ur-nanşe’den sonra egemenlik kuran kentin sekizinci kralı şeklinde belirtilmiştir. (Bazı tarihsel metinlerde de Lagaş kent kralı Lugalbanda’dan sonra dokuzuncu kral olarak tanıtılmaktadır!) Urukagina vali olduğu dönemde Ur-nanşe Hanedanlığına karşı ayaklanarak başa geçer.  Döneminde tapınaklarda görevli rahiplerin dini kötüye kullanarak halktan haksız yere mal topladıklarını görür ve krallığı döneminde onlarla uğraşmaya başlar. (Günümüz Türkiye’sinde de aynı yoldan para toplayan cemaatler var, ancak bu cemaatler, kral Urukagina’nın düşüncesinin tam tersine siyasal kadrolardan da destek görerek açıkça kendilerini belli ediyorlar. Dini kullanarak saf, temiz, duygusal vatandaşı bu şekilde aldatarak kazanç elde ederler.) Urukagina, din adına halktan para toplayanları şiddetle cezalandırmıştır. Onun otoritesiyle halk, din adına mal toplayan rahiplerin komplolarından kurtulmuştur. Yoksullara yardım krallığın otoritesinde toplanmıştır. Son derece reformcu bir kral olan Urukagina’nın egemenliği ise kısa sürer. Lagaş kentinde yaşayanlara inanılmaz bir özgürlük getirir. Rüşveti ve din adamlarının halktan haksız yoldan mal almalarını yasaklar, orta sınıf için yeni vergi adaleti getirir. Onun bu reformlarını duyan komşu kent devleti belki de dönemin emperyalist devleti olan Umma kralı diktatör Lugalzaggazı kıskançlık ve korku sendromu yaşar. Kendi halkı da ayaklanıp, aynı özgürlüğü isteyecek diye Lagaş kent krallığına saldırır. Kenti yakar, yıkar ve yerle bir eder. Kral Urukagina’yı da tahttan indirir. Umma kralının saldırıları sonucu kutsal yerler yağmalanmış ve Urukagina’nın yasa tabletleri de bir yoldan imha edilmişti. Reformcu bir kral olarak da bilinen Urukagina Yoksulların zenginler karşısında sömürülmesini ve haksızlığa uğramalarını önlemişti. Kenti hırsızlar, tefeciler, sahte din adamlarının fetvalarından ve sokaklarda rahatlıkla dolaşan katillerden de arındırmıştı. Fransız arkeologların 1878 yılında bölgede yaptığı kazılar sırasında Urukagina’ya ait olan bazı yasa tabletleri bulunur. Bulunan tabletler yazıtbilimci Francois Thureau-Dangin tarafından çözülür ve Sümerolog Arno Poebel tarafından da yorumlanır. Bu yorumlar sonunda ilk defa sosyal yasaların Urukagina tarafından uygulandığı belirtilmiştir. Belge niteliğindeki tabletler, Urukagina’nın döneminde uyguladığı sosyal adaletin günümüz sosyalizmin temellerine yönelik bir çalışma olduğunu ifade etmek isterim. Dengelerle sosyal eşitliği sağlamak için oldukça çaba gösterir. Din işlerini de devlet işlerinden ayırır, ancak dinin denetimini de krallığın bünyesine alır. Sosyal kanunlarıyla ilgili bir tabletin çevirisinde “…. Tanrıların sığırları ensiye ait tarlaların sulanmasında kullanılıyordu. En iyi tarlalar ensinin dostlarına veriliyordu. Semiz eşeği ve sığır rahipler alıyorlardı. Ürünleri rahipler ensinin dostlarına taksim ediyorlardı. Herhangi bir yerin rahibi, bir fakirin anasının bahçesindeki ağaçları kendisi için kesiyor ve meyvelerini alıyordu. Mezara bir ölü gömülürse, rahip kendi içkisi için 7 testi bira, kendi yemesi için 420 ekmek ve 120 sila (ölçek) arpa, bir elbise, bir oğlak ve bir yatak alıyordu…” şeklinde Lagaş’ın eski geleneklerini anlatarak kanunlarını belirtmeye başlamıştı. Bu metinde de görüldüğü gibi din adamları halkı aldatmış ve tanrı sal baskıyı kullanarak yeraltı dünyasındaki korku, işkence gibi tehdit içerici davranışları sergileyip, bir anlamda da dolandırıcılık yapmışlardı. Günümüz Türkiye’sinde âhlâki değerlerden uzak davranışlar ne yazık ki tapınma alanlarının içinde ve dışında rahatlıkla görülmektedir. Urukagina kanunları dönemin yazmanları tarafından oval bir tablet üzerinde yazılmış, mülkiyet ve aile hukuku üzerinde bilgiler içermektedir. Bazı belgelerde kısa ifadelerle kral Urukagina’ya ait olduğu belirtilen reformların ilk kanun koyucu reformlar olduğu belirtilmişse de bilinmeyen nedenlerle bu düşünceler önemli görülmeyerek zamanla ortadan kaldırılmıştır. Bunun tek nedeni ondan sonra gelen kralların kendisinden önceki kralların bu tür çalışmalarını kıskanmalarından dolayı hazır olan tabletleri imha etmesine bağlayabiliriz.


“III’ncü Ur Hanedan” kralı Ur-nammu(Ur-dingir-nammu)

Tarih işte, eskiye yönelik bilgilerin kitaplara geçmediği, ancak taşlara ve kilden yapılmış kalıplara çivi yazısıyla geçirildiği için bir zaman sonra bulunup, çözülmeleri sonucunda kısmen de olsa gerçek yönler ortaya çıkmaktadır. Urukagina’dan başka Üçüncü Ur Hanedanlığın kurucu kralı Ur-nammu’nun da yasalar ortaya koyduğu görülmektedir. Ur-nammu’nun hükümdarlığı, Lagaş ensisi olan Ur-banu’nun damadı Namhani’ye saldırıp, onu öldürmekle başlar. Uruk kentinde egemenlik yapan kral Utekengal döneminde Ur valisi olarak görev yapmaktaydı. Kent devletinin üzerinde kralın otoritesini iyi kullanmadığı gerekçesiyle zor kullanıp, darbe yaparak kral Utekengal(Utuhegal) tahtan indirir ve kendisi de krallık koltuğuna geçer. Böylece valisi (Ensi) bulunduğu Ur kentinin başına kral olarak geçmiş olur. Sanatsal ve kültürel işlere ağırlık veren Ur-nammu(Ur-dingir-nammu), son derece güçlü ve otoritesi sağlam olan bir kral şeklinde belirtilmektedir. Ensi olduğu dönemlerde krallığın otoritesini kaybettiği bir sırada yasaların din adamları tarafından uygulandığını bildiği için ilk işi bu yasaları din adamlarının (rahip) elinden alarak devlet sorunu haline getirir ve rahiplerin bütün işlemlerini de devlet tarafından yürütülmesine karar verir. Görüleceği gibi Ur-nammu, bir anlamda da günümüz “laiklik” sistemine gönderme olacak bir çalışma sergiler. Urukagina’nın ortaya koyduğu ilkelerin benzeri şeklinde din ve devlet işlerini birbirinden ayırırken,  dinin devletin denetimi altında tutulmasını sağlar. Ur-nammu da yasalar çıkarır. Bu yasaların bir benzer çalışması yaklaşık 300 yıl sonra Babil’de krallık koltuğuna oturan Hammurabi tarafından da farklı maddelerle ele alınmış olacağı görülecektir. 1889-1890 yılındaki arkeolojik kazılar sırasında Ur-nammu’nun çıkardığı yasa tabletlerinin bazıları bulunarak İstanbul Eski Şark Eserleri müzesinde koruma altına alınmışlardı. Çevirileri ise 1952 yılında yapılmıştır. Ur-nammu, Sümerlerin başına bela olduğu söylenen Gutilerle yaptığı bir savaşta öldürülür. Urukagina’dan yaklaşık 300 yıl sonra Ur kentinde yaşayan ve III Ur Handan kurucusu olarak bilinen kral Ur-Nammu’nun çıkardığı yasalar tartışma konusu olacağından belki de bilinçli olarak tozlu raflarda bekletilmiştir. Bu kanunları Ur kentinde yaşayanların daha özgür ve demokratik olması amacıyla çıkarmıştı. Kanunlarla İlgili tabletler İstanbul Arkeoloji Müzesinde dünya Sümerolog’u olarak tanıtılan Samuel Noah Kramer tarafından bulunarak günümüze kazandırılmıştır. O dönemlerde Muazzez İlmiye Çığ da Arkeoloji müzesinde görev yapmaktaydı (!) Demek ki Samuel Noah Kramer de olmasaymış bu tabletler İstanbul Arkeoloji Müzesinde geri dönülmez bir uykuya gönderilecekti. Tabletlerin iyi korunamamasından dolayı tam okunmadığı ve başlangıçta uzun bir metnin yer aldığı belirtilmektedir. 1955 yılında Nippur kazılarında yapılan incelemelerde Ur-Nammu’ya ait olduğu ifade edilen yazılıtaşta kralın demokratik bir devrim yaptığı ve çıkardığı yasalarla sosyal adaleti en iyi şekilde ele alarak kişilik haklarına özgürlük getirmiş olduğu belirtiliyor. Yasada, yalan suçlamalar, Kaçak köleler ve yaralamalar öncelikli olarak işlenmişti. Yasanın giriş bölümündeki metin, araştırmacıları oldukça düşündürmüştür. Metinde “…Dünya yaratıldıktan sonra Tanrı An ve Tanrı Enlil, Ur krallığını Ay tanrısı Nanna’ya verdi. Bir gün Ur-nammu, Ur’da tanrı temsilcisi olarak seçildi. O, sınır komşusu Lagaş ile savaş yaptı ve onun valisi Namani’yı tanrı Nanna’nın gücüyle öldürdü. Urun sınırını eski haline getirdi. Uzunluk ve ağırlık ölçülerini namuslu ve değişmez yaptı. Öküzü, yetimi, zengine ezdirmedi. Dulu güçlünün eline bırakmadı…. Yoksulu zenginin eline düşürmedi…” şeklinde bilgiler görülmektedir. Kralın egemenlik yaptığı dönemde çok tanrılı tapınaklarda irticai gösteriler düzenleyen cemaatlerle de son derece uğraştığı görülmektedir. Krallığın gücünü yitirmesine irticainin hortlamasıyla cemaatlerin ortaya koyduğu baskılarla pasif duruma düşmesinden rahatsız olan Ur-nammu, bu deneyimlerinden yola çıkarak son derece adaletli bir krallık dönemi başlatır. Hatta krallık ilkelerini tapınak duvarlarına işleyerek devrimin bir lideri olarak yoksul ve ezilmişlere insanı çağrılar yapar. Dini alet ederek halkı sömüren ve krallık otoritesini zedeleyen irticai gurupları kısa sürede etkisiz hale getirir. Kısacası Ur-nammu, sosyalist bir hareket getirir ve kenti ezen bir sınıfın elinden kurtarır. Ur-Nammu’nun Urukagina’dan sonra dünyada ilk yasa koyucu kral olduğu belirtilmişse de tarihçiler günün birinde arkeologların Urukagina’dan da çok daha eskilere dayanan tabletler bulacaklarına kuşkusuz bakmaktadırlar. Ancak nedeni bilinmeyen bir şekilde tarihte yine ilk kanun koyucu bir kral olarak belirtilmesine rağmen adı hep izole edilmiştir. Günümüzde de yasaları kötüye kullanan hükümetler, bir boşluk bırakarak irticanın güçlenmesine bilerek yol açarlar. Yönetim istenileni halka veremediği durumlarda, cemaatler hortlar. İrili ufaklı cemaatler daha sonra birleşerek bir tehlike işareti şeklinde ortaya çıkarlar. Mustafa Kemal Atatürk mutlaka Sümer krallarının reformcu girişimlerini öğrenmiş olmalıdır ki din ve devlet işlerini birbirinden ayıran “laiklik” sistemine sıcak bakmış ve ülkenin geleceğindeki siyasal biçimini bu yolla denge içinde tutmasını başarmıştır.



Ana-ittuşu

Urukagına ve Ur-nammu’nun kanunlarından başka sözcük karşılığı “vadesi gelene kadar” şeklinde betimlenen  “Ana-İttuşu Kanunları”nın da döneme yeni bir hukuksal yaşam biçimi getirdiği söylenmektedir. Ana-ittuşu kanunu, Asurbanipal’ın kütüphanesinin kalıntıları arasında onbir tablet şeklinde bulunmuştur. Tabletlerin iki dilde yazılmış olması ve özellikle “Asur-Sümer” dillerine yer verilmesi eğitim amaçlı değerlendirilmiş olabileceği ifade ediliyor. Tabletlerde çeşitli yasaların belirtilmesiyle “Ana-İttuşu” adının geçmesi, bu kanuna ad olarak kullanılmıştır. Ana-İttuşu kanunlarının kim tarafından ve ne zaman çıkarıldığı bilinmiyor. Araştırmacılar bu kanunun bazı maddelerinin Ur-Nammu kanunlarına benzerliğini göz önünde tutarak İ.Ö. 2060-1960 tarihleri arasında hüküm sürmüş III Ur Hanedanı döneminde yazılmış olabileceği düşünmektedirler.


“İsin Hanedan” kralı Lipit-İştar

Urukagina, Ur-nammu ve Ana İttuşu kanunlarından başka kanun koyucu bir kişi olarak belirtilen Lipit-İştar, Sümerlerde birinci İsin hanedanlığında hüküm sürmüş olan bir kraldır. İşma-Dagan’ın oğludur. İ.Ö. 1934-1924 tarihleri arasında hüküm sürmüş olabileceği tahmin ediliyor. Yapılan arkeolojik araştırmalarda kralın kendi adıyla hazırlattığı yasanın yer aldığı kil tabletler bulunarak koruma altına alınırlar. Tabletlerin bulunmasıyla ilgili kazı 1947 yılında yapılmıştır. Bulunan tabletler yazıtbilimci Alberth Goetze tarafından kopyalanırlar. Lipit-İştar, krallığı döneminde yeni bir yasa metni hazırlayarak tanrıları olan “An ile Enlil” tarafından desteklendiğini belirtir. Yasa tabletlerinde yüksek ahlaksal tavırlar görülmektedir. Yaptığı çalışmalarla halk tarafından “Sümer ve Akad” krallığı ünvanını alır. Hükümdarlık döneminde İsin kentinin güneydoğu tarafında Gungunum adında son derece asi bir adamın ortaya çıktığı belirtiliyor. Daha sonra da Ur’un denetiminin onun eline geçtiği ifade edilir. Lıpıt-İştar ile ilgili bazı tarihsel ifadelerde kanunların daha önceki dönemlerde egemenlik sürdürmüş kralların bilgilerinden yola çıkarak hazırlattığı belirtilmektedir.

Babil kralı Hammurabi

Gungunum’un Ur kentinin denetimini eline geçirmesinden sonraki bir dönemde, bölgenin bir başka tarafında egemenlik tartışmaları başlamış ve Babil’de krallığı ele geçiren Hammurabi adından biri ortaya çıkar. Hammurabi’nin, İ.Ö. 1728-1686 tarihleri arasında hüküm sürmüş olabileceği tahmin ediliyor. (Bazı kaynaklarda ise İ.Ö. 1792-1750 tarihleri arasında hüküm sürmüş olacağıbelirtilmektedir.) Amorit soyunun Babil’de büyümesini sağlayan Sumu-abum’dan sonra gelen kralların arasında en reformcu ve yasa koyucu bir kral olarak Babil kentinde hükümdarlık yaptı. 43 yıl hükümdarlık yaptığı sıralarda Babil küçük bir kent olarak belirtilmektedir. Egemenliğini Anadolu ve İran’a kadar yaydı. Tanrı Marduk’un oğlu şeklinde kendini yazıtlarda yüceltir. Onun döneminde Amoritler çoğu kentlere sahip olur. Civarda oturan diğer kent devletleri de birbirlerini işgal etmek için planlar hazırlar. Bu kentler Mari, Larsa, Eşnuna ve Dicle kıyısındaki Asur kentleriydi. Hammurabi bile bu kentlere sahip olmak için güçlenmek istiyordu. Yapılan incelemelerde tabletlerin çözülmesiyle onun diğer kralların ötesinde bir kimliğinin ortaya çıktığı ve Babil tarihinde ilk yasaları hazırlayan bir kral olduğu saptanmıştı. Kendi adına hazırlattığı ve yasalarını belirttiği “yazılıtaşı” Paris Louvre Müzesinde koruma altındadır. Bu yazılı taşta kendini dünyanın en büyük kralı olarak görüyor ve Urukagina ile Ur-nammu’nun da belirttiği gibi tanrıların zayıfları ezenlere karşı onu görevlendirdiği şeklinde yazdırarak, güneş tanrısıyla eş tutardı. Lagaş kent kralı Urukagina, Ur kent kralı Ur-nammu’nun egemenlik dönemlerinde çıkardığı yasalardan sonra Babil kralı Hammurabi’nin yasalarının ortaya çıkması bu kanunlardan bir şekilde yararlanmasına bağlanmaktadır. Çünkü Lagaş kent kralı Urukagina ile Ur kent kralı Ur-nammu krallık tahtına geçer geçmez yasalarını yürürlüğe sokarlar. Ancak Hammurabi Babil’de kral olduktan sonra önce sınırlarını genişletmek, büyümek ve dünyanın en büyük kralı olma ünvanına sahip olma hırsından sonra yasa tabletlerini hazırlatır. Hazırladığı Kanunlar, Sümerlerin insanlık tarihine örnek olabilecek ilk kanun metni olduğu şeklinde ifadeler var. 1901-1902 yılları arasında Fransız arkeologlar ve bilim gurubuna başkanlık eden V.Scheil tarafından yapılan kazılarda Hammurabi kanunlarıyla ilgili tabletler ortaya çıkarılır. Yazıtbilimciler tarafından Hammurabi kanunları olarak adlandırılan tabletler, Susa tapınağının yıkıntıları arasında bulunarak Laouvre Müzesinde koruma altına alınmışlardı. Kanun metninde özellikle ön plana çıkan maddeler ise “…Adaletin yerine getirilmesi için işlenen suçlar (1-5), Mülke karşı işlenen suçlar (6-25), Arazi ve ev (26-60-4), Ticaret ve alış veriş (107-126), Evlilik-aile mülkiyeti (127-194), Taaruz ve kısas (195-214), Meslek adamlarına ait suçlar (215-240), Fiatlar ve ücretler (241-277), Köle hakları (278-282)…” şeklindedir. Beatrice Andre-Salvını, ”Babil” adlı eserinde Hammurabi Kanunlarıyla ilgili “…Ele alınan tüm konular hayatın bütün alanlarını kapsayan bölümler halinde ayrılmıştır: Yalancı şahitlik, hırsızlık, krallık mülklerinin yönetimi, tarımsal hayatın düzenlenmesi, yerleşim birimlerinin konumu ve bakımı ya da ticaret. Aileye uzun bir bölüm ayrılmıştır. Meslek icraatlarını, maaşları ve çalışanların çalışma koşullarını denetleme yöntemleriyle borca karşılık sayılan ya da savaş esiri olan köleleri ele alan bölümlerden önce darp ve yaralamalarla ilgili cezalar geliyor. Üç sınıfa ayrılmış olan Babil halkını anlamak için bu kannuname eşi bulunmaz bir kaynaktır. Özgür insanlar (Awilu), aşağı tabaka (Muskenu) ve köleler (wardu) statüleri farklıydı ama hükümdar “güçlünün zayıfı ezmesi”ne temelinde bir endişe taşıyordu. Bir metnin giriş bölümünde, kral, herkesin bu dikmetaşı okuma ve okutturma olanağının olmasını ve böylece aydınlanabilmesini arzulayan adil hükümdar rolünde yüceltiliyor. Hammurabi haleflerine kendisinin aldığı kararlara uyarak ülkede düzeni sağlamalarını tesviye ediyor…” şeklinde önemli bir açıklamada bulunur. Ancak Beatrice Andre-Salvini “Babil” adlı kitabında nedense diğer kanun koyucu kralların ortaya koydukları ilkeleri görmezden gelmiş gibi bir tavır sergilemesi öncelikle Hammurabi adının dünya genelinde daha çok duyulması ve bir anlamda da adının kitabın satışında etkili olacağı düşüncesiyle yorumladığı görülür. Bazı belgelerde Hammurabi’nin darbe yoluyla krallığı ele geçirmesinden sonra, kendisinden önceki kralların çıkardığı yasa tabletlerinin içeriğine bir şekilde ulaşıp,  kendi adına yeni bir yasa çıkartmış olabileceğini ileri sürerler. Tabletlerin içeriğinden yararlandığı krallar ise Ur-nammu ile Urukagina’dır. Hatta bazı ifadelerde de Ana-İttuşu ile Lipit-iştar’ın kanun tabletlerini kırdırdığı şeklinde notlar görülmektedir.


Yasa kronolojisi ve çelişkiler

Kralların kronolojik egemenliklerinden yola çıkıldığında, özellikle Mezopotamya bölgesinde bulunmaları, bölgenin geleneklerini ve belge niteliğindeki kaynaklarını iyi değerlendirmiş kişiler olarak bakmasında özel bir ayrıntı görüyorum. Çünkü o dönemlerde eğitimlerin sınırlı olması tanrısal kültün her şeyin başında geldiği ele alınmıştı. Krallar tanrıların emriyle savaşları başlatıyor, başarılarını da buna bağlıyordu. Bu kültlerin krallık odalarına kadar girmesine de rahipler eşlik ediyordu. Saray içine sızan dinsel kült yerine rahiplerin ticari kaygıları nedeniyle çıkarlarına çözüm getirme önlemi getirilir, daha sonra da çıkarlarını koruma altına almayı garantileyen rahipler bu davranışlarını ideolojik bir konuma getirir. Bir süre sonra da krallığın da rahiplerin sistemine göre yürütülmesi fikri ortaya atılır. Benzer hareketlerin Mısır’da Amon rahiplerinin halka nasıl işkence çektirdiği inkâr edilemez. Hammurabi adının olmadığı bir zaman diliminde egemenlik yapan Urukagina ve Ur-nammu adlı kralların çıkardıkları benzer yasaların tartışmaya açılması gerekmektedir. İlk yasa koyucu krallar olan Urukagina ve Ur-Nammu’ya ait olan tabletlerin ortadan kaldırılması yaklaşık onlardan üçyüz yıl sonra Babil’e kral olan Hammurabi’nin işini kolaylaştıracaktı. Çünkü Hammurabi, Babil kralı olduğu sıralarda eski atalarının hukuksal yönden çıkarmış oldukları tabletlerin varlığından haberdardı.  Bir şekilde bu iki kralın yasa maddelerini dönemin katiplerine farklı bir formatla yazdırarak o da yenilikler peşinden koşan bir kral olduğunu göstermiştir. Çünkü bu iki kralın tabletleri savaşlar sırasında imha edilir ve bir şekilde adları da kendisinden sonra bölgenin egemeni olan krallar tarafından izole edilir. Kanıt ortadadır. Umma kralı Lugalzaggazı kıskançlık ve korku sendromu yaşadığı sıralarda Urukagina’nın kentine saldırır, kenti yakar, yıkar yerle bir eder. Urukagina’yı da tahttan indirir. Sonra da onun hazırlattığı yasa tabletlerini bir şekilde imha eder. Ancak halkın dilinden dolaşan yasa bilgileri bir türlü unutulamaz. Ur-Nammu’nun ölümünden sonra Ur kentinin egemenliği Gungunum adlı son derece zalim ve baskıcı birinin eline geçer. Bu da Ur-Nammu’ya ait olan yasa tabletlerini imha eder ve otoritesini daha insafsızca kullanmaya bırakır. Bu iki önemli kanun koyucu kralın ortak sıkıntısı döneminde rahiplerin irticai tarzda örgütlenmeleri olarak gösterilir. Rahipler diğer kent krallıklarıyla birlikte örgütlenerek ayaklanmaya teşvik eder ve bu şekilde kralın kendisi ve çıkardığı yasaları da ortadan kaldırılır. İki kral da özellikle dini kullanarak halktan haksız mal toplayan cemaatlere karşı bir dizi önlem almışlardı. Sonraki dönemlerde Ana-Ituşşu ve Lipit-İştar Kanunlarının bu iki kralın kanunlarına benzetilmesi halkın dilinden dolaşan bilgilere dayanmaktadır. İşte Hammurabi halk arasında dolaşan bilgilere dayanarak yeni yasaları ortaya çıkarır. Bu yasaları ortaya çıkarırken atalarının adlarını da bir şekilde izole eder. Tarihsel belgelerde rastlantı olmaz, belgeler bulunup çözülünce, ortaya yeni bilgiler çıkar. Yeni bilgiler bazı önemli kaynaklarla karşılaştırıldığında benzerlikler de ortaya çıkar.
www.alinarcin.com
*-Berfin bahar Dergisinde yayınlanmıştır.

Kaynaklar:

A’dan Z’ye Sümer-Ali Narçın-Ozan Yayıncılık-İst-2007
A’dan Z’ye Asur-Ali Narçın-Ozan yayıncılık-2008
Asurlular-Eva Cancik-Kırschbaum-İlya Yay-İzmir-2004
Asur Tarihi-Erol Sever-Kaynak Yayınları-İstanbul-1993
Tarih Sümer’de Başlar-Samuel Noah Kramer-Kabalcı Yay-İstanbul-2002
Sumer, Babil, Assur kanunları ve Ammi-Şaduga fermanı Prof. Dr. Mebrure Tosun-Doç. Dr. Kadriye Yalvaç-TTK-Ank-1975
Sümerler-Samuel Noah Kramer-Kabalcı-İst-2002
Babil-Joan Oates-Arkadaş yay-Ankara-2004
Sümer Dili ve Grameri , I, Prof.Dr.Mebrure Tosun –Prof.Dr Kadriye Yalvaç
Asurlular ve Modern Çağda Asur Sorunu-K.P.Matfiyef(Bar Mattay)-Kaynak yay-1996
Mezopotamya(Ana hatlarıyla) - Hans J.Nissen- Ark ve Sanat yay-İst-2004
Kral Hammurabi ve Babil Günlüğü-Klengel.H.-İstanbul-2001
Uygarlığın Kökeni-Sümerler Muazzez İlmiye Çığ-Kaynak yay-İst-2007
Sümer Medeniyeti Mali Hayatı-Mustafa Zühtü-Ankara
Eski Mezopotamya Tarihi-Kemalettin Köroğlu-İletişim Yay-İstanbul-2006
Sümerler –Helmut Uglig-Telos yayınları-İstanbul-2006
Evvel Zaman İçinde Mezopotamya-Jean Bottero/Marıe-Joseph Steve-YKY-

6 Temmuz 2013 Cumartesi

MUSA VE HAMMURABİ Mİ

Tarihden ders çıkarmak (1): Hz. Musa
Yıllarca Yahudi düşüncesi ve tarihcileri bir plan üzerinde hareket etmekteler. Aslında tarihi saptırmaların asıl nedeni kurguladıkları dinin bir temele oturtma çabasından başkası değildir. Gerek national geographic ve gerekse bilimsel akademik çalışmalar her yahudi tezleri ve bu tezlerin ıspatına yönelik çalışmalar içermektedir. Verimli arazilerin üzerine oturma çabaları nil ve kudüs çevrelerini Yahudi toprağı gibi gösterme çabalarından başka bir şey değildir.
Gerekçekli payları Kurandan öğüt alma mantığı çerçevesinde değerlendirilmiş ve dersvekuran takipçileri için yayınlanmaktadır. Gönderilen çalışmaya bir takım eklentiler yapılarak bölümler halinde yayınlayacağız.
Bir ön bilgi olarak : israil, asur, mı-sır,
 “Hz.Musa’nın Mısır ve çevresinde yaşadığına dair zorlama bazı israiliyat destekli çalışma dışında tarihi kaynaklar hiç bir delil bulamamış, ekmek yapımını bile resmeden ve yazıya geçiren bir toluluğun Hz. Musa ve o dönem olaylarının yazılmaması çok manidardır.”
Kuran’da geçen “mısri” kelimesi hem kent hemde Mısır ülkesi olarak çevriliyor. Biz daha çok “mısri” kelimesinin Mezopotamya’daki kent uygarlıklarını kastettiğini düşünüyorum. Eski Mısır’da Firavun hem kral, hem de tanrıdır. Kuran’daki Firavun Mısır hükümdarı değil de tanrı kral manasında kullanılmış olabilir. Peki bu firavun kimdir. M.Ö. 1800-1750 arasında yaşayan Babil hükümdarı Hammurabi olarak düşünüyorum.
 Genelde “Hammurabi” ismi, “Hammu”, “-rabi” olarak ikiye bölünmekte, “hammu” kavmin lideri, “rabi” büyük anlamlarından, kavmin büyük lideri anlamı çıkarılmakta. Ham-mu-rabi olarak da  bölünebilir. “Mu” “olan” anlamında ön ek olarak alınırsa “murabi” “rab olan” anlamını verir. “Hammurabi” ise “Rab olan ham” anlamındadır. “hammu”nun değilde, “ham” kelimesinin lider olduğu kanaatindeyim. Yine Kuran’da geçen “ham-an” kelimesinin sonundaki “-an” eki ikinci anlamını verir. “Haman”, “ikinci ham” yani “ikinci lider” anlamında kullanıldığını düşünüyorum. Bununda vezire denk geldiği kanaatindeyim.
 Mantıklı bir ihtimal daha var. Eski Babillilerin kökeni Amoritlerdir. Amoritlerin Mezopotamya’ya batıdan geldikleri bilinmesine rağmen, tam olarak neresi olduğu bilinmiyor. Suriye veya Arabistan olabileceği söyleniyor. Eski Mısır ve Afrika’da Ham kavimleri bulunur. Hammurabi’deki Ham kelimesinin Hamilerden geldiği düşünülebilir. Bu yüzden Hamilerde olduğu gibi hükümdarlarına firavun denmiş olabilir.
 MÖ. 2.000-1.750 tarihleri arasında Amoritler; Suriye, Filistin ve Mezopotamya bölgelerine girip yağmalarlar. Bu bölgedeki kent uygarlıklarını yok olma seviyesine kadar getirirler. Daha sonra kendileri de kent devletleri kurmaya başlamışlardır. Babil bu kent devletlerinden biridir. Aynı tarihler arasında Eski Mısır, Hiksosların saldırısına uğramış, Aşağı Mısırda Hiksos kentleri kurulmuştur. Hiksoslarda Amoritler gibi sami kökenlidir. Hiksos; yabancı kral anlamına gelir ve hangi milletten olduğu bilinmez. Arkeolojik olarak Aşağı Mısır’da, Hiksoslara ait kentler bulunamamıştır. Sebebi, bu kentlerin delta bölgesinde bulunması ve Nil nehrinin getirdiği alüvyonların altında kalmasıdır.
 MÖ.2.000-1.750 tarihleri arasında, hem Yakındoğu’da Amorit işgalinin yaşanması, hem de Eski Mısır’ın Sami dili konuşan Hiksosların işgaline uğramasını, tesadüf olarak görmüyorum. Eski Mısır’ın işgali ya Afrika tarafından yada Asya tarafından olur. O devirlerde Afrika’da Samiler bulunmadığına göre ancak Asya’dan gelebilirler. Zengin uygarlıkları yağmalayan Amoritlerin gözünden Eski Mısırın kaçacağını hiç zannetmiyorum. Hiksoslarla Amoritlerin aynı kavim olduklarını düşünüyorum. Hammurabi yasalarının bulunduğu dikili taşlar, ülkenin sınır bölgelerine kadar gönderilmiştir. Bunlardan biri Diyarbakır’da bulundu. Hammurabi zamanı Babil devletinin zannedildiğinden daha geniş bir coğrafyaya yayıldığınu gösterir. Hammurabi’nin Sümer, Asur ve bazı Amorit kentlerini aldığı bilinmekte. Benim düşüncem Eski Mısır’da dahil Amoritlerin hakimiyetine girmiş tüm bölgeleri birleştirdiğidir. Eski Mısır hükümdarlığında olduğundan dolayı firavundur. Keops piramitinin mimarı vezir Hemon’dur. Haman kelimesinin kökenide buradan geliyor olabilir. Mimar vezir anlamında bir lakap.
 Kassas.38. Fir'avn dedi ki: "Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir tanrı bilmiyorum, ey Hâmân, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap, belki Mûsâ'nın tanrısına çıkarım, çünkü ben onu (Mûsâ'yı) yalancılardan sanıyorum."
Naziat.24. "Ben sizin en yüce Rabbinizim!" dedi.
 Bu ayette, firavunun kendini ilah edindiği açıkça görülüyor. Ayrıca tuğla(ateş kullanılarak hazırlana)dan bina yapmak Mezopotamya’ya hastır. Eski Mısırlılar tuğla kullanmazdı. Kaya kütleleri ile Piramitlerini yapmışlarıdr.
 Kuran’da kazıklar sahibi firavun ifadesi de bulunur. Babil’de, Hammurabi döneminde yapınımına başlanan tanrı Marduk’un simgelerinden biri çapa/kazıktır.
 Çevirilerde görülen Mısır ülkesi, Nil nehri, Kızıl deniz, Hz. Musa’ya Sina dağında vahiy inmesi eklemelerdir. Nil, Mısır, Kızıl gibi özel isimler Kuran’da bulunmaz. Kendi kitaplarını bile tahrif etmekten çekinmeyen zihniyet tarihi verileri tahrif etmesmeside düşünülemez. Tarih yazımı yanlıdır. Tarafsız bir yazımın olması çok zordur. Kuran dışında. Eski Mısırı çağrıştıracak kelimeler Kuran orijinalinde bulunmamasına rağmen Türkçe çevirilere eklenmiştir. Bunlara dikkat etmenizi tavsiye ederim. Kızıl denizin yarılması değil, denizin yarılması (deniz ifadesi Fırat veya Dicle nehirlerinden biri). Sina dağına değil tura (tur Arapçada dağ demektir) çıkmak. Buda şunu gösterirki Hadis ve hadislerin tefsir adlı kitaplarda kuran ile yorumlanarak bu bilgiler din bilgilermize girmiştir.
 
Fig.1: MÖ.13 yüzyıla ait bir kabartma
 Aslında bulgulardan en önemlisi, yukarıdaki kabarmadır. Bu kabartmada, en sağda büyük olarak simgelenmiş, başında 4 şeritli kavuk bulunan bir kişi var. Bu kişi, nedense güneş tanrısı Şamaş olarak belirtiliyor. Önünde masa ve masanın üzerinde güneş tanrısı Şamaş’ın simgesi var. Üstte gizlenen iki kişi, masaya bağlı iplerle masayı oynatmakta. Masanın solunda 3 kişi mevcut. Masaya en yakın kişinin sağ elinde bir asa var ve sol eliyle masanın ayağını tutuyor. En solda, başında 3 şeritli bir kavuk olan bir bayan, en sağdaki kişiyle aynı elbiseyi giyiyor. Bu kabartmayı güneş tanrısı Şamaş’ın önünde Hammurabi  olarak yorumlanması bilinçli olarak yapılan bir tahribatı düşündürüyor. En soldaki kişi ise ismi bilinmeyen tanrı deniliyor.
 Bu kabartmanın bir hikayeyi anlattığı düşünüldüğünde, Kuran’da geçen Firavun, Musa, sihirbazlar olayıyla benzerlik gösterir. Firavun, Hz. Musa’nın gösterdiği mucizelere karşı ülkenin en iyi sihirbazlarını çağırıyor. Sihirbazların oynattığı ipler ve sopalar Hz. Musa’ya sanki gerçekten oynuyormuş gibi geliyor. Kendi asasını yere attığında ejderha oluyor ve sihirbazların yaptıklarını yutarak oyunlarını bozuyor.
 Kabartmaya bakıldığında, en sağdaki kişi kendini tanrı figürüyle simgeleyen Hammurabi’dir. Üstte gizlenen iki kişi (sihirbazlar) masa ve üzerindeki güneş sembolünü masaya bağladığı iplerle hareket ettiriyor. Buna karşı elinde asa bulunan kişi (Hz. Musa), masanın ayağını tutarak hareket etmesini engelliyor (sihirbazların oyunlarını bozuyor). Bu benzerlik kimse tarafından görülmüyor. En solda bulunan bayanın, Hammurabi ile aynı elbiseyi giymesi ve başında 3 şeritli kavuk taşımasından dolayı kraliyet ailesinden olup; Hz. Musa’nın üvey annesi, Hammurabi’nin eşi, kraliçe olması daha akla yatkındır. O çağlarda meydana gelen olayların ki kuran bu örneklerle doludur, o tarihin insanları tarafından resmedilmemesi mümkün değildir.

 Fig.2. Tanrı Marduk’un ejderha Tiamat’ı öldürüşü
 
Fig.3. Tanrı Marduk’un ejderha Tiamat’ı öldürüşü
 Tanrı Marduk, Babillerin baş tanrısıdır. Hammurabi zamanında tapılmaya başlandığı düşünülür. Yukarıdaki iki resimde ejderha şeklindeki Tanrıça Tiamat ile Tanrı Marduk’un savaşı görülüyor. Marduk bu savaşı kazanarak baş tanrı olmuştur. Tanrı Enki’nin oğludur. Genel olarak onun özelliklerini taşır. Şeytan figürü ile özdeşleştirilmiştir. Burada yine çok tanrılı dinlerin efsaneleştirmeyle olayı saptırmasını görüyoruz. Hammurabi’nin kaybettiği savaş ejderha hikayesine dönüştürülmüş. Ejderha sihirbazların ortaya attıklarını yememişte, ortaya bir kahraman tanrı Marduk çıkmış, ejderhayı öldürmüş. Kuran’ın ince anlatımlarından biri olarak düşünüyorum. Yine efsane yaratan çok tanrılı din. Asanın ejderhaya benzetilmesi ile efsaneleştirmenin nasıl ve ne amaçla yapıldığını göstermiştir.
 

Fig.4: Hammurabi yasalarının yazıldığı dikili taş
 Soldaki kişi güneş tanrısı Şamaş, sağdaki Hammurabi deniliyor. Fig.1. ve Fig.2. ye baktığımızda, nedense Şamaş’lar aynı olmasına rağmen Hammurabi figürleri birbirine benzememektedir. Mantıklı olan Şamaş denilenlerin Hammurabi, birinci resimdeki Hammurabi denilen kişinin Hz. Musa, ikinci resimdeki Hammurabi denilen kişinin Haman olmasıdır.
  Hz. Musa’nın Sandığı
 
Fig.5: Sandık figürünün bulunduğu kabartma
 Resimde iki kişi görülüyor. Aslında aynı kişinin iki farklı hareketi mevcut. Elinde Asur kral asası olduğundan dolayı, Asur Kralı olduğu aşikar. Önce ayakta, sonra diz  çökmüş. Açık kapaklı bir sandığın önünde. Sandık kapağı kapanmasın diye bir değnekle desteklenmiş. Sandığın önündeki kişi, sanki ibadet eder gibi son derece saygılı. Taşın dış yüzüne sandığın şekli verilmiş. Benim bildiğim tarihte kutsal olan tek bir sandık var.
 Bu kişinin namaz kıldığı kanaatindeyim. Kıyam ve rüku. Rüku diz çökme şeklinde. Kıblesi ve eliyle işaret ettiği sandık. Sandığın içinde Tevrat yani yasa var. Aslında işaret ettiği yasa.
Karun ve Asur Koloni Çağı
 Asur koloni çağı, M.Ö. 2.000-1.750 yıları arasında yaşanmıştır. Bu dönemde Asurlu tüccarlar, Anadolu kentlerinin dışında kurdukları Karum denilen yerlerde ticaret yaparlardı. Uzun eşek kervanları ile Anadolu’ya kalay, parfüm ve kumaş götürür; Anadolu’dan yün, bakır, değerli taşlar, altın, gümüş alırlardı. Asurlular bu ticaretten zenginleşmişlerdi. “Karum” Pazar yeri anlamındadır. “Karu” kelimesi ise ticari ofistir. Karular, karumda toplanırdı.
 Kuranda geçen “Karun” kelimesinin özel isim olmadığı, “Karum” veya “karu”dan türetildiğini düşünüyorum. “Karun”un, Anadolu-Asur arasındaki ticareti yürüten tüccarların sermayedarı olma ihtimali göz ardı edilmemeli.
 Kültepe-KanişAnadolu'daki bu ticaret sisteminin baş şehridir. Aynı zamanda Kaniş Krallığı'nın da merkezidir. Kaniş karumundan çıkarılan tabletlerde yazılı ilk borç senetleri ve faiz uygulamaları görülmektedir. Tarihte ilk faizciliği başlatan Asurlulardır.
 Eski Mısır’da Birinci Hiksos Dönemi MÖ.2000-1.750; Mezopotamya, Suriye, Filistin’de Amorit istilası MÖ.2.000-1.750; Asur Koloniler Çağı MÖ.2000-1.750; Sümer halkının tarihten çekildiği tarih MÖ.1750; Hamurabi’nin ölüm tarihi MÖ. 1.750. Bütün bu tarihlerin çakışması tesadüf mü? Neden aynı coğrafyadaki aynı zamanda olan olaylar arasında bağlantı kurulmaz ki. Sümerliler Hz. Musa ile birlikte Babilden ayrılmış olmasın. Neden Sümerlerin yok olduğu düşünülüyor anlamıyorum. Akatçayla birlikte Sümercede yazı dili olarak kullanılıyordu, daha sonrasında da kullanıldı. Benim düşüncem İsraailoğullarının 12 kabilesi arasında hem Sümerliler hem Samiler vardı. Yahudilerin ırk ayrımı yapmaları, Allahın’da ırk ayrımı yapacağı anlamına gelmez.

hammurabi ibrahim mi

Biraz daha ''abartalım''.Hani Habil-Kabil hikayesi tarım toplumu ve hayvancılıkla uğraşan göçebelerin çekişmelerinin mitolojiye yansımasıdır,der ya biliminsanlarımız;sen hayatında Sümer halkı ve semitik nomadlar gibi o kadar uzun süre beraber yaşayan,bazen savaşan bazen sevişen iki halk gördün mü?Bu iki halk 2000 yıl bu şekilde yaşamış,çekişmiş.Muazzez ilmiye çığ Luddingirranın günlüğü diye bir kitap yazdı.Bir Sümerli hayatını ,döneminin etnik olaylarını en ince ayrıntısına kadar anlatıyor

Tevratta ve kurandaki birçok olgunun kökenine mezopotamyada ulaşan objektif tarihçiler çok önemli bi komuda hata yapar bence..Şu andan itibaren anlattıklarım benim teorilerim,size saçma

gelsede yanlız beni suçlayın.

tarihi değerlendirirken bazen olaya etnolojik bir gözle bakmanın faydası var.

Muhammed hangi ulustan;

arap

ya musa isa ve diğerleri;

Tabiki yahudi

Yani ikiside Sami halkları semitikler yani..

Bütün düğüm İBRAHİM de aslında.tevrata görede kurana görede İBRAHİM in en büyük özelliği bu iki halkın babası oılması.

MUHAMMED kırkıncı göbekten ibrahim in torunu ya.

İsmailden araplar,ishaktan yahudiler gelmiyomu?

Herkesbunda mutabık.Üstelik bide ''İbrahim'in verasetinin ismaildemi ishaktamı olduğu sorunu var.

Tevrat verasetin İshakta olduğunun altını çizer devamlı.

O zaman İBRAHİM in kim olduğunu çözmek tüm ''sorunun kaynağını ''çözmek değilmidir?

Hep beraber bu özellikleri taşıyan bi figür arayalım o zaman

Hem sami halkların kutsal kitabında en önemli öğelerden biri olacak bu kişi, hemde onların ortak atası ve kahramanı ,''babası''.

AB-RAM ve AB-RAHAM kelimesinin ''kutsal babamız'' anlamına geldiğini söyler tevrat yorumcuları.

BENİM ABRAHAM IN HAMMURABİ OLDUĞUNA DAİR HİÇ ŞÜPHEM YOK

BUNU DAHA ÖNCE KİMSE ÖNE SÜRMEDİ BELKİDE DALGA GEÇERSİNİZ.

HAMMURABİ SARGONUN BAŞLATTIĞI SEMİTİK DEVRİME SON NOKTAYI KOYAN KİŞİDİR.SAMİ DİLLERİ DIŞINDAKİ TÜM DİLLERİ YASAKLAMIŞTIR.

ARAP VE YAHUDİ EFSANELERİNDE EN BÜYÜK PEYGAMBER HALİNE GELMİŞTİR

Hammurabinin oğlu SAMSUİLUNA İSMAİL den başkası değildir.

Başrahibi İŞHAKU ishakdan başkası değildir.

Muhammed kuranda 166 yerde ''İBRAHİMİN DİNİ'' TANIMINI KULLANIR.

İbrahimin dininin HAMMURABİ KURALLARIYLA bağlantısı acep ne ola

YILLARDIR TEOLOGLAR HAMMURABİ KANUNLARININ TEVRATTA Kİ ETKİLERİNİ TARTIŞMIŞLARDIR.

GÖZE GÖZ DİŞE DİŞ,KISAS YANİ..
Etnologlar ve tarihçiler arap ve yahudilerin ortak atalarının AMORİTLER-AMURRULAR olduğunda hemfikir.Hammurabinin amorit olduğunu söylememe gerek yok herhalde

M.Ö. 3500 lerde bölgeye göçetmeye başlayan samilerin 1.Sargon'a kadar çiftçi Sümerlerin iktidarında yaşayan Nomat-göçebe çobanlar olduğunu biliyoruz.Bir halkın yaşamının her alanını

bu ''ÇOBAN'' hayatı iktidarı ele geçirip semitik devrimi yapan 1.sargon ve Hammurabinin her fırsatta ÇOBAN olduklarını vurgulamalarıyla kendini gösterir.

Aslında sarayda bahçıvan olarak büyüyen 1.Sargonun bile çobanlıkla övünmesi ÇOBAN kavramının etnik bir referans olduğunun açık göstergesidir.

Çiftçi Sümerler tarafından aşağılanan ÇOBAN samilerin tanrısının adı en eski Sümer kaynaklarında MARTU olarak geçer.

MARTU ÇOBANLIK YAPAN ,VAHŞİ,GÖÇEBE VE ÇİĞ ET YİYEN BİR TANRIDIR.

Utanmadan bir sümer tanrısının kızını ister,aşağılanır.

ne var ki Semitik devrim sonrası Hammurabi onu babilin en yüce tanrısı yapıverir.

Kuran ve tevrattada İBrahim,Musa ve birçok peygamberin çobanlığına vurgu vardır.

İbrahimde hammurabi gibi çobandır yani...

Hammurabi sadece semitik halkları değil,hint coğrafyasınıda etkilemiştir.

Brahma-ibrahim benzerliği yıllarca tarihçileri etkilemiştir.İbrahimin karısının adı SARA dır ve tevratın iki yerde ''kırdığı ''pota göre aynı zamanda kızkardeşidir.Brahmanın karısının adıysa

SARAİWATSA dır ve nasıl bir tesadüfse o da kız kardeşiyle evlidir.Brahmanın Abraham olduğunu iddia edenler olduğu gibi tersini savunanlarda vardır.

Elbette bilimsel olan BİR İNSANIN ZAMANLA TANRILAŞTIRILMIŞ olabileceğidir.

Hammurabinin karılarına dair elimizde hiçbir belge yok.O yüzden SARA hala eksik halka.
Hammurabi-İbrahim bağlantısı hakkında son olarak bikaç şey daha söylemek isterim

inananlar ibrahimin tek tanrıcı hammurabininse birçok tanrıya inandığını söyliicektir

Aslında ibrahimin çok tanrılı olduğunun ispatı tevrat kuran ve hadislerdir.İbrahim in ''DAHA ÖNCE'' ''KENDİ HALKI GİBİ'' YILDIZLARA,MELEKLERE VE GÖKCİSİMLERİNE taptığına inanır müminler.

Hammurabi dönemi Akad-Babil öğretisinden başka bişey değildir bu.Hammurabi zamanındada insanlar göğün yedi kat olduğuna inanır herbir tanrıyı bir gök cismiyle özdeşleştirir günde yedi kez

YILDIZ sandıkları gezegenlere tapınırdı.Göğün yedi kat olarak betimlenmesinin sebebi astrolojinin geliştiği Mezopotamyada gökyüzü incelendiğinde yedi ''yıldız''hariç tüm yıldızların aynı doğrultuda

hareket etmeleriydi.bu ise onları diğer tüm yıldızların aynı katta olduğu farklı hareket eden gezegenlerin her birinin göğün ayrı bir katına işaret ettiği yanılgısına götürdü.Hammurabi zamanındada

insanlarbu yıldızların en alt katta olduğunu sanıyordu.aynı MUhammedin sandığı gibi.

Mandaen dini ya da kurandaki adıyla Sabiilik tüm teologlarca TARTIŞMASIZ Babil- Akad geleneğinin devamcısı olarak kabul edilir.Merkezi tabi ki mezopotamyadır ve hammurabi döneminin izlerini

yoğun olarak taşır.Turan dursun gibi birçoğumuz islamın en önemli kaynaklarından birinin Sabiilik dininin bir kolu olan HANİF inancı olduğunu biliriz.Muhammed döneminde yaşayan HANİFLERİN

EN BÜYÜK PEYGAMBERİNİN İBRAHİM OLMASI TESADÜF OLAMAZ.Günümüzde yaşayan Mandaenlerde ise Abraham inancı ARAM olarak varlığını sürdürür.

İBRAHİMİN HAMMURABİ OLDUĞUNUN İSPATLARINDAN BİRİ ONUN TAKİPÇİLERİ OLAN SABİİLERİN BABİL GELENEĞİNİ DEVAM ETTİRMELERİDİR

Tevratta yer alan İbrahimin diğer hikayeleriyse ÇOK AÇIK BİR ŞEKİLDE YAHUDİ TARİHİNİN ANLATILMASIDIR.ibrahim in URdan harrana ve mısıra geçişi ve göçlerinde anlatılan bu halkın

göçleridir. İsmailin kurban sahnesi (tevratta ishak)İbrani toplulukların insan kurbanından vazgeçmelerinin sembolik bir anlatımıdır.Yahudi inancına en önemli etkiyse Akenatonun tek tanrılı

dini yapmıştır.

Nasılki ibrahimin hayatında hem Hammurabiyi hemde İbrani tarihini görüyorsak,Musada da hem Akenatonu hem onun başrahibi MOSES i hemde MISIRDAN KAÇAN HİKSOSLARI görürüz.

(Akenatonun Musadan 50 yıl önce yaşadığını söylememe gerek yok herhalde.Akenaton Musa bağlantısını ilk farkedenin Freud olmasıysa çok ilginç

İbrahimin ateşe atılması hikayesini de Muhammedin Tevratta yazanları birbirine karıştırmasına borçluyuz.
Daniel 3 de  Babil kralı Nebukatnetsar, boyu altmış, eni altı arşın olan büyük bir altın heykel yaptırır, ülkesinde yaşayan herkesin buna tapmasını ister. Şadrak, Meşak ve Abed-nego isimli üç yahudi genç hükümdarın bu fermanına karşı çıkar ve heykele tapmayı reddeder. Bunun üzerine kral, bu gençlerin "ateşi alevli bir fırına" atılmalarını emreder ve gençler fırına atılır. Ancak ateş onlara bir zarar vermez. Bu olağanüstü olaya şahit olan kral ve adamları, gençlerin Tanrı'sını takdir etmeğe mecbur kalır
Muhammedin İbrahimin babasının ismini bile doğru hatırlayamadığı düşünülürse bu montaja şaşmamalı.

Tevratta ve kurandaki birçok olgunun kökenine mezopotamyada ulaşan objektif tarihçiler çok önemli bi komuda hata yapar bence..Şu andan itibaren anlattıklarım benim teorilerim,size saçma

.Brahmanın karısının adıysa

SARAİWATSA dır ve nasıl bir tesadüfse o da kız kardeşiyle evlidir.Brahmanın Abraham olduğunu iddia edenler olduğu gibi tersini savunanlarda vardır.

Elbette bilimsel olan BİR İNSANIN ZAMANLA TANRILAŞTIRILMIŞ olabileceğidir.

Hammurabinin karılarına dair elimizde hiçbir belge yok.O yüzden SARA hala eksik halka.
Hammurabi-İbrahim bağlantısı hakkında son olarak bikaç şey daha söylemek isterim

inananlar ibrahimin tek tanrıcı hammurabininse birçok tanrıya inandığını söyliicektir

Aslında ibrahimin çok tanrılı olduğunun ispatı tevrat kuran ve hadislerdir.İbrahim in ''DAHA ÖNCE'' ''KENDİ HALKI GİBİ'' YILDIZLARA,MELEKLERE VE GÖKCİSİMLERİNE taptığına inanır müminler.

Hammurabi dönemi Akad-Babil öğretisinden başka bişey değildir bu.Hammurabi zamanındada insanlar göğün yedi kat olduğuna inanır herbir tanrıyı bir gök cismiyle özdeşleştirir günde yedi kez
İyi bir konuya dikkat çekmişsin.

İsmail'in Arapların atası olduğu doğru değil. İsmail ve annesi Arabistan çöllerine gittiklerinde zaten orda bedevi Araplar vardı. Bu arada Hamurabi kanunlarının benzeri eski Hindistanada da vardı. Kol kesme, dil ve kulak kesme vs.

Bazı tarihçiler Yahudilerin geçmişi olmayan bir millet olduğu için kendilerine geçmiş oluşturmak için Ortadoğudaki tüm hikayeleri sahiplendiğini söylüyorlar bunun için Mısır kaynaklarında Musadan ve Yahudilerden eser yok. Hatta Süleyman ve Davutun da yaşadığına dair kanıt yok.
Bu arada Yahudiler Kenan kökenli ve putpperest geçmişletri olduğu hatta Babil sürgününden önce(Sanırım MÖ. 600 küsür) Yahudilerin Yahve ile birlikte taptıkları putlar olduğu yapılan kazılarda mevcut. 


İsmail'in Arapların atası olduğu doğru değil. İsmail ve annesi Arabistan çöllerine gittiklerinde zaten orda bedevi Araplar vardı. Bu arada Hamurabi kanunlarının benzeri eski Hindistanada da vardı. Kol kesme, dil ve kulak kesme vs.

Bazı tarihçiler Yahudilerin geçmişi olmayan bir millet olduğu için kendilerine geçmiş oluşturmak için Ortadoğudaki tüm hikayeleri sahiplendiğini söylüyorlar bunun için Mısır kaynaklarında Musadan ve Yahudilerden eser yok. Hatta Süleyman ve Davutun da yaşadığına dair kanıt yok.
Bu arada Yahudiler Kenan kökenli ve putpperest geçmişletri olduğu hatta Babil sürgününden önce(Sanırım MÖ. 600 küsür) Yahudilerin Yahve ile birlikte taptıkları putlar olduğu yapılan kazılarda mevcut.

.Yazıyı okumadan eleştiri yapıyorsun.İsmailin gerçekte Samsuiluna olduğunu savunuyorum.Samsuiluna da Arap çöllerine gitmedi zaten.O zaman içinde oluşan sembolik bir anlatım.Ayrıca İsmailin Arapların atası olduğunu söyleyen ben değil,İslam kaynakları ve Tevrat yorumcuları.
Hammurabi kanunlarının benzeri Hindistanda elbette olur,Hammurabi de kendinden önceki Sümer yasalarının,Ur-Nammu ve Lipit İştarın üzerine kurmuş yasalarını.Hindistanda bu dünya da bir yerlerde karşılıklı iletişim sözkonusu.
Okumadığın için kaçırmışsın,ben İbrahim-Brahma benzerliğinde ana kaynağın her ikiside olmadığını,Hammurabi olduğunu savunuyorum.Hammurabiden önce Brahma kelimesinin geçtiğini ispat et,ben de sana hak vereyim.Ama''11.000''yıllık Brahma geleneği söylemleriyle değil,Brahma sözcüğünün ilk geçtiği tarihe bak.
QUOTE
Bu arada Yahudiler Kenan kökenli ve putpperest geçmişletri olduğu hatta Babil sürgününden önce(Sanırım MÖ. 600 küsür) Yahudilerin Yahve ile birlikte taptıkları putlar olduğu yapılan kazılarda

Dostum sen M.Ö. 600 diyorsun,bense M.Ö.3500'den başlıyorum anlatmaya.Hammurabi bile M.Ö.1810-1750 arasında yaşamış.
Kaldi ki Yahudi kaynaklarında anlatılan İbrahimin Kenana ve Mısıra göçlerinin sembolik olduğunu,asıl göç edenin Yahudi halkı olduğunu zaten anlatmış,İsmail(tevratta ishak)'in kurban edilmesinden vazgeçilmesinin aslında Kenan da Baal ve Molek adına Gehinnom'da yapılan,insan kurban törenlerinin sembolik olarak bitirildiğini temsil ettiğini yazmıştım
Yazıyı okuyup yorum yapsan sevinirdim

AMURİ İLE ARAMİ LER ARASINDAKİ BAĞ

Aramiler, genel kanaatle Sami ırkından bir kavimdir. Bu kavim; yaşadığı kabul edilen Arabistan’daki coğrafi şartların olumsuzlukları ve medeniyet merkezlerinin cazibesi gibi sebeplerle daha iyi yaşama şartları aramak üzere eski çağın en önemli medeniyet merkezleri olan Mısır, Me- zopotamya ve devamında da Orta Anadolu’ya kadar uzanan geniş bölge- ye yayılmış olmakla birlikte kesintisiz ve etkili biçimde sızma diyebile- ceğimiz bir göç eylemi gerçekleştirmiştir

Etnik köken itibarıyla Samilerden sayılan Aramilerin Ön Asya’da görülmeleri, Samilerin Arabistan'dan üçüncü defa göç etmeleriyle izah olunmaktadır. Tevrat'ın Tekvîn kitabına dayanarak ve eski geleneğin izinden giderek Aramileri Samilerden sayanlar, bu kavmin M.Ö. XIV. asrın son yarısında veya XV. asrın ilk yarısında Arabistan'dan Suriye'ye gelmiş olduklarını iddia etmektedirler. Sinear tabletlerinde bu kavme verilen Dağlılar yani Aramiler adı, bunların Arabistan'ın kumlu sahrala- rından geldiklerinin bir damgası olarak bu zamana kadar yaygınlaşmıştır. Arabistan çöllerinden batı sınırlarına geldiği ileri sürülen halka Sinearlıların Dağlılar değil, Çöllüler adını vermeleri doğal olacaktı. An- cak Çöllüler anlamına gelen bir ad değil de Dağlılar anlamındaki Aramiler ismini vermekle aslında menşelerine dair ipuçları da vermişler- dir. Zira Aramilerden önce Arabistan'dan Sinear'ın batı sınırlarına gelmiş olan Samilere Dağlılar anlamında bir isim değil, Batılılar anlamına gelen Amurrular adı verilmiştir (Günaltay 1987: 134–136). Sinearlılar, Aramileri memleketlerinin batısında değil kuzeyinde tanımışlardır. Asur kaynakları da bunların Kuzey Mezopotamya’nın dağ- lık bölgesinde yaşadıklarını ve Asurluların onlarla buralarda çarpıştıkları- nı tespit etmektedir. Esasen Aramilerin Suriye'yi ilk defa kuzey doğudan sıkıştırmış olmaları da bunların yukarı Mezopotamya'nın dağlık bölgele- rinden inmiş olduklarını göstermektedir (Günaltay 1987: 136). Arami kelimesi kuzey Mezopotamya’nın dağlık bölgelerinde göçebe olarak yaşayan halka, daha alçak havzalarda oturan komşuları Keldaniler tarafından verilmiş ve dağlılar anlamına gelen bir terimdir (Albayrak 1997: 38). Aramilerin Sami olduklarını son zamanlardaki arkeoloji buluntuları da teyit etmiştir M. Ö. XIV. yüzyılda Suriye’deki küçük prensler ve vali- ler tarafından Firavun Amenofis IV'e (1370–1352) gönderilen ve Tel El Amarna harabesinde bulunan mektuplarla Hattilerin Boğazköy arşivinde Aramilerden Habiru adıyla bahsedilmektedir. Bu belgeler, Arami adının bunlara Sinearlılar tarafından verilmiş olduğunu ve kendi aralarında Habiru ve yukarıda söylediğimiz diğer boy adlarıyla anıldıklarını meyda- na koymaktadır (Günaltay 1987: 137). Aramiler, Mezopotamya ve özellikle de Asur için tehlike oluştur- maya başladıkları XII. yüzyılda, yazılı belgelerde anılmaya başlayan toplumlardan biridir. Bu halk, ikinci binyıldaki Amurru ve birinci binyıl- daki Đbraniler gibi, Kuzeybatı Sami grubuna giren bir dil konuşmaktaydı- lar. Anayurtları kesin olarak bilinmemekle birlikte, dillerindeki benzerlik nedeniyle, göçlerden önce Arap Yarımadası'nda veya Kuzey Suriye çev- resinde yaşadıkları anlaşılmaktadır (Köroğlu 2006: 144)

M.Ö. XIV. yüzyıl Tel El Amarna mektuplarının gönderildiği sıra- da, Suriye ve Filistin sınırlarında görünen ve yerli prensleri titretecek kadar kudretli olan tek kavmin Aramiler olduğu tarihçe kesin bir gerçek olduğuna göre Tel El Amarna mektuplarındaki Habiruların ancak Aramiler olacağına şüphe yoktur. Çünkü bu Aramiler çok geçmeden bü- tün Suriye'ye hâkim olmuş, Şam'da, Hama'da, Tedmür'de, Soba'da, Moab'da, Amman'da, Edom'da bağımsız prenslikler kurmuşlardır. Aramilerden bir kol da Sinear’ı zapt ederek burada en kudretli Asur kral- larını yıllarca uğraştıracak bir hükûmet vücuda getirmişlerdir ( Günaltay 1987: 137–138). Boğazköy metinlerinde LUSA. GAZ ideogramı ile gösterilen Habiruların ve Tel El Amarna mektuplarında pek çok zikredilen Sutuların Aramilerin ecdadı oldukları anlaşıldığından Aramilerin M.Ö. XIV. yüz- yıldan beri Habur nehri dolaylarında bulunduklarına hiç şüphe yoktur, fakat buraya nereden ve ne zaman gelmiş oldukları sorusuna gelince, yukarıda gösterilen eski Mezopotamya kaynaklarındaki kayıtlar, gerekse Tevrat rivayetleri Aramilerin Habur mecrasına gelmeden evvel güney Mezopotamya'da bulunduklarını gösteriyor (Kınal 1954: 194). Aramiler, Mısır'ın zayıf düşmesinden faydalanan Hattilerin Kadeş'e kadar ilerlemesini fırsat sayarak Suriye'ye yayılmışlardır. Mısır'- da XIX. sülâlenin kuruluşuna kadar geçen kargaşalık devri, Aramilere yayıldıkları bölgelerde yerleşme imkânını vermişti. XIV. yüzyıl sonlarına doğru, Horemheb, Mısır'ın sarsılan nüfuzunu yeniden kurmak üzere çır- pınırken Oront Vadisi’ne yayılan ve buralardaki Amurrularla karışıp kay- naşmış olan Aramiler, yukarı Suriye ve Naharina ile beraber Hattilerin nüfuzu altında bulunuyorlardı. Filistin ise Habirularla (Arami) Bedevî Saitlilerin (Şassu) çarpışma alanı olmuştu. Yukarı ve Aşağı Rezenu'da firavunların nüfuzu hiçe inmişti (Günaltay 1987: 139). Arami kavimleri göç eylemlerinde geldikleri bölgelerin siyasi şart- larını çok iyi değerlendirerek etkili olmak ve yeni yerleştikleri yerlerde hâkim olabilmek için çalışmışlardır. Önceleri Mısır ile Hititler arasındaki mücadeleden doğan boşluğu değerlendirirken daha sonra Hitit ve Asur arasındaki mücadelelerden faydalanmışlardır. Aramilerin işini en çok da Ege göçleri diye de bilinen Deniz ka- vimleri göçü kolaylaştırmıştı. Ege göçlerinin sebep olduğu karışıklıklar- dan çöl sakinleri yararlanmaya kalkmışlar ve kültür merkezlerine doğru akın etmeye başlamışlardı (Memiş 2007:191). M.Ö. XII. yüzyıl, eski Önasya tarihinin en hareketli devirlerinden biridir. Zira bu asırda Önasya'nın etnik bünyesinin bir asır evvelkine na- zaran mühim bir değişikliğe uğramış olduğu görülür. Gerçekten de II. binyılda Anadolu'da hâkim olan Hitit kavimlerinin yerini doğuda Urartu-
lar, batıda Frigler aldıkları gibi, "münbit hilâl" bölgesinde ve Mezopo- tamya'da oturan Hurri ve Kassitlerin yerine de Samî menşeli Aramilerin yerleşmiş oldukları görülür (Kınal 1954: 193). Anti (Doğu) Lübnan dağları ile Suriye Çölü arasındaki vahada ya- şayan eski Amurrular yurduna dolan Aramiler, buralardaki türlü unsur- lardan mürekkep halkı hükümleri altına almış, XII. yüzyıldan itibaren merkezleri eski Ki-Maşk ve Orant üzerindeki Hama ile Sam'al (Zincirli) olmak üzere birer hükümet kurmuşlardır. Buralardaki halk, Hurriler, Hattiler, Mitanniler, Amurrular, Kenanlılar gibi türlü etnik gruplardan oluşuyorlardı. Aramiler buralara doldukları zaman, umumiyetle konuşu- lan dil Amurruların Sami lehçesi idi. Amurruların prensliğine varis olan Aramiler onların dillerine ve dinlerine de varis olmuşlardır (Günaltay 1987: 141–142). Arami istilâsı Önasya memleketleri ve medeniyetleri için Ege göç- lerinden daha yıkıcı olmuştur, denilebilir. Zira bu Sami istilası yavaş, fakat mütemadi bir şekilde cereyan etmiştir. Öyle ki arkası kesilmeyen bu müthiş insan akınının karşısında Asur Devleti bile varlığını ancak coğrafî mevkiinin sarplığı sayesinde koruyabilmiştir. Hatta Asur tarihinin tedrici bir gelişme seyri takip edememesinin sebeplerinden birini, bu zaman zaman artan veya eksilen Arami göçlerinin tesirinde aramak yanlış olmaz kanaatindeyiz (Kınal 1954: 193). Mezopotamya tarihinin ana dönemlerini farklı kavimler belirlemiş- tir. M.Ö.I. binyıldaki kavimler de Asurlular ve Aramiler olmuştur. M. Ö. 1400’lerden 900’e kadar geçen dönemde Aramilerin göçleri devam et- miştir. Sümer-Akad kültürü nedeniyle ortak özellikler de gösteren Mezo- potamya halkı için önceleri yeni karışıklıklar çıkaran Arami göçünün getirdiği Samiler, eski kültür bölgesine ulaşmışlardır (Đplikçioğlu 1994: 54). Sami kavimlerinin üçüncü büyük göçünü teşkil eden Arami göçle- rinin karakteri Ege göçleri gibi yakıp yıkıcı bir akın şeklinde değil, tersi- ne aralıksız bir sızıntı hâlinde asırlarca devam etmesidir. Đşte bu yüzden- dir ki Asur devleti gelişimini yavaş ve devamlı adımlarla yapamamış değişik zamanlarda ilerlemelere ve tekrar gerilemelere maruz kalmıştır. Özellikle M. Ö. XI ve X. asırlar tam manasıyla Arami asrı olmuştur. Ku- zey Suriye’de bulunan Hitit şehir devletleri Arami istilasına karşı koya- bilmek için Asur krallarının tebaalığını tercih ediyorlardı (Memiş 2009: 174–176). Asur kralı I. Tiglat-pleser zamanında Arami göçebelerinin yerleş- melerine mâni olabilmek için, kendi ifadesine göre 28 defa Fırat'ı geçmiş- tir. Fakat Asur krallarının bütün bu gayretleri beyhudedir. Zira XI. yüzyılda Arami şehir devletlerinin çoktan kurulmuş ve inkişafa başlamış olduğu görülür (Kınal 1954: 196) . Aramiler; Dicle ve Fırat'tan Kerkha'ya, Akdeniz'e kadar olan alan- da göçebe hâlinde yaşadıkları gibi, Filistin'in doğu ve güney bölgelerine de yayılmış bulunuyorlardı. Asur krallarından Tiglatpleser III'e ait bir yazıtta Dicle boylarından Đskenderun Limanı’na kadar uzayan bölgede 25 Arami kabilesinin bulunduğu haber verilmektedir. Aramilerin Asur kay- naklarında Amurru memleketinin Aramuları denilen birleşik zümreleri kuzey Suriye'nin mahsullü bölgesiyle Anti Lübnan (doğu) dağları ve Su- riye çölü arasındaki verimli vahada erkenden Kimaşk ve Hama prenslik- lerini kurmuşlardı. Sam'al Prensliği’nin de yeni Hatti Arami karması ol- duğu anlaşmaktadır. Dicle Irmağı’ndan Đskenderun Körfezi’ne kadar uzayan bölgede dolaşan Aramiler, kuzey Suriye’deki küçük Arami prens- leriyle Şam krallarına insan ve malzeme deposu rolünü görüyorlardı. Şam'ın güneyinde Mavera-yı Ürdün çevresine yayılan Aramiler de bura- larda Soba, Moab ve Amon ve Edom Prensliklerini kurmuşlardır (Günal- tay 1987: 142). Asur kralı Tiglatpilaser (1114–1076) Aramiler için Ahlami Armaye adını kullanır. Ahlamu aşiretinin çoğalmasıyla oluşan bir göçer kabilesidir. Dicle kıyılarına yerleşerek küçük beylikler kurmaya başla- mışlardı. Fırat’ın batı yakasındaki Suriye’ye geçiş yolu da bu halkın de- netimindeydi (Narçın 2008: 69). Ege göçlerinden sonra Asur Devleti yeni bir göç dalgası ile karşı- laştı. Bu göç Arami göçleri idi. Gerçekten Ege göçlerinin meydana getir- diği karışıklıklardan çöl sakinleri yararlanmak istemiş ve kültür merkez- lerine doğru akın etmeğe başlamışlardı. Özellikle M.Ö.XI ve X. asırlar tam manasıyla bir Arami asrı olmuş; Aramilerden Bit-Zamani Kabilesi Diyarbakır civarına, Bit-Adini kabilesi Fırat Nehri’nin büyük kıvrımı içerisine, Bit-Agusi kabilesi Fırat ile Karasu arasına, Bit-Gabbar kabilesi Gaziantep civarına, Bit-Brutaş kabilesi ise Kayseri civarına kadar sokula- bilmiş idiler (Memiş 2009: 174). Hitit Đmparatorluğunun yıkılmasından sonra kurulan geç Hitit şehir devletlerinden birçoğunun Aramilerin eline geçtiğini Asur vesikalarından öğreniyoruz. Hattena, Hamat (Humus), Til-barsip (Tel Ahmar), Guzana (Tel-Halaf) gibi şehirler Aramileşmiş, Suriyedeki en zengin Arami şehri Şam (Damascus) olmuştu. Yeni Asur kralları annallerinde Şam (Damascus) şehrini Arami mukavemetinin merkezi olarak kabul ederler (Memiş 2007: 195). Adana Karatepe’de yapılan kazı sonuçları da göstermiştir ki Arami istilası Çukurova bölgesinde de etkili olmuştur. 1947 yılında Karatepe’de bulunan yazıt o zamana kadar tanınan en uzun Sami yazıtını teşkil etmek- Page 6 96 TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/Öğr. Gör. Hacı ÇOBAN tedir. Karatepe'de bulunan yazılı kitabelerin keşfi, yalnız Hitit kültürünün çok mühim bir safhasını aydınlatmakla kalmamış, Arami istilâsının Ada- na ovasına kadar sokulmuş olduğunu da göstermiştir (Bossert 1948:517). Đçel ili sınırları içindeki Gözne Şıhbağı'ndaki üç-beş sözcükten olu- şan Arami yazıtı bulunmuştur. Bu yazıtın yaklaşık 2700-2800 yıllık oldu- ğu söyleniyor. Bu yazıttan da anlaşıldığı üzere Aramiler Đçel bölgesine kadar da sokulmuşlardır (Özkan 2007: 14). Hitit Krallığının M.Ö. 1200'lü yılların başlarında yıkılmasından sonra Suriye'nin kuzeyindeki bir dizi Hitit kenti Aramilerin eline geçti. Bu kentler yeni kurulan Arami beyliklerinin merkezi oldu. Amanos Dağ- ları (Nur Dağları=Gâvur Dağları)'nın eteklerindeki Sam'al (Şamal=Zincirli höyük=Bit Gabbar) aynı adı taşıyan bir Arami kent dev- letinin merkeziydi. Aramilerin eline geçen bu Hitit kentlerinde eski kül- türlerle yeni Arami kültürü bir süre sonra yavaş yavaş kaynaşmaya başla- dı. Arami beyleri, hem Aramca hem Hititçe adlar almaya başladı (Özkan 2007: 14). Hitit Devleti'nin yıkılmasıyla Arami istilâsı karşısında en mühim mukavemet kudretlerinden biri ortadan kalkmış olduğundan, müteakip asırlar içinde Aramilerin Güneydoğu Anadolu'daki bütün kültür merkez- lerine yayıldıklarını görüyoruz (Kınal 1954: 195). Asurlular Suriye bozkırlarından kuzey Suriye ve Doğu Anadolu’ya girmiş olan Aramilere karşı harbettiler. Çünkü Aramiler Asurluların batı- ya doğru ilerlemesine engel oluyorlardı (Mansel-Baysun vd. 1945: 40– 42). Ege göçleri sonunda Hititlerin yıkılması Aramilerin işini kolaylaş- tırmış, çöl sakinleri kültür merkezlerine doğru akın etmeye başlamışlardı. Anadolu’nun birçok bölgesine özellikle de kaynakların şimdiye kadar tespit edebildiği Anadolu’daki en ileri göç noktaları olan Orta Anado- lu’da eski çağın önemli ticaret merkezi Kayseri’ye kadar gelebilmişlerdir (Memiş 2009: 173–174). Stel ve Rölyefler’de buzağı başı ve ayağı resimleri ile Malatya şehrinin ifade edildiği kabul edilmektedir, bundan dolayıdır ki, Barnett bu hiyeroglif işaretlerinin, o devirde Hitit şehri olmayan ve şimdi Aramilerle meskûn bulunan bütün kuzey Suriye ve Güneydoğu Anadolu'daki şehirle- re Urartu ve Asur kralları tarafından verilen Hatti ismini ifade etmiş ol- masını ileri sürmektedir (Kınal 1958: 75). Hititlerden sonra Güneydoğu Anadolu'da ve Kuzey Suriye'de ilk kurulan beylikler dil, yazı ve kültür alanlarında Hitit geleneklerini 200 yıl sürdürdüler. Daha sonraki yıllarda bölgede Arami dili ve kültürü hâkim oldu (Özkan 2007: 14). Page 7 97 TÜBAR-XXIX/2011-Bahar/Arami Göçleri Asur kralı II. Asur Nasir-pal dönemi yani M. Ö. IX. yüzyıl tam bir Aramiler asrıdır. Asur krallarının Batı seferleri olmasaydı Aramiler belki de Anadolu’nun tümünü istila edeceklerdi. Aramiler bütün Kuzey Suri- ye’yi ve Güney Mezopotamya’yı işgal ettikleri hâlde Yukarı Dicle bölge- sine girememişlerdir (Memiş 2007: 197). Asur ve Urartu vesikalarında evvelce Hitit Đmparatorluğuna ait olan ve fakat bilahare Aramilerle meskûn bulunan şehirlere "Hatti mem- leketi" deniliyor (Kınal 1958: 72). M. Ö. 1050’den itibaren Asur Devleti, Arami göçünün etkisiyle parçalanmış ve daha küçük devletlere bölünmüştür (Đplikçioğlu 1994: 54). Aramilerin kurduğu kent devletleri, genellikle aşiret reisi ve kuru- cusunun adının önüne eklenen bit (ev) sözcüğüyle tanımlanırdı. Asur'un hemen batısında, Dicle ile Fırat Nehri arasında kuzeyden güneye doğru Bit-Zamani, Bit-Bahiyani, Bit-Halupe ve batıda Bit-Adini krallıkları yer almaktaydı. Aramiler Basra Körfezi bölgesine de sızmış ve burada da yerleştikleri yerlere kendi adlarını vermişlerdi. Asur merkezi bölgesine en yakın Arami Krallığı olan Bit- Bahiyani'nin başkenti Guzana (Tel Halaf), en kuzeydeki Bit-Zamani'nin başkenti ise Amedi (Diyarbakır) idi. Fırat'ın hemen doğusunda bulunan Til Barsip (Tel Ahmar) ve Hadatu (Arslantaş) Bit-Adini'nin iki önemli kentiydi. Bu kentler M.Ö. IX. yüzyılda Asur eyalet sistemi içine alınmış- lardır. Asur kralı III. Şalmaneser 856 yılında Bit-Adini üzerine ilerlemiş, arkasından da Fırat'ı geçerek 853 yılında Asi Nehri kıyısındaki Karkar'da birleşik Arami gücünü yenmiş ve böylece bölgede geçici de olsa üstünlü- ğünü kabul ettirmiştir. Ancak Fırat'ın batısındaki ve Suriye'deki krallıklar, uzun süre otonomilerini korumak için ortak mücadele vermişlerdir. Fırat'ın batısındaki Kargamış (Karkamış) ve Pattina/Unki (Antak- ya) Hititli karakterini korurken, Sam'al (Zincirli), Halep yakınındaki Arpad (Bit-Aguşi), Hama ve Şam birer Arami kentine dönüşmüştü. Bütün kentlerde Arami nüfusu yaşamakla birlikte, Hama gibi önemli bir krallık M.Ö. X. ve IX. yüzyılda Luwice adlar taşıyan, VIII. yüzyılda ise Arami kökenli krallar tarafından yönetilmiştir. Sam'al ve Bit-Adini'de de Aramilerin yönetiminde Hitit kültürü varlığını korumuştur. Sam'al'da Arami yazısı ve sanatının tanımlanmasına önemli katkılar yapan kabart- ma ve yazıtlar bulunmuştur. Pattina/Unki örneğinde olduğu gibi, kentler hem Luwice, hem de Aramca adlarla anılabiliyordu; bu da Aramilerin zaman içerisinde kentin adını değiştirecek kadar egemen nüfus hâline gelişine işaret etmektedir. Fırat'ın batısındaki Arami ve Geç Hitit kent devletleri VIII. yüzyılın orta- Page 8 98 TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/Öğr. Gör. Hacı ÇOBAN larından sonra, III. Tiglatpileser ve sonrasında Asur eyalet sistemi içine katılmıştır (Köroğlu 2006: 147–148). Asur kralı Adadnirari III ordusuyla memleketinden uzaklaşmış ol- ması, imparatorluk çevresindeki göçebe Aramilere zengin Asur ve Babil bölgelerine yayılarak şehir ve köyleri yağma etmek fırsatını vermişti. Asur kralı dönünceye kadar, kuzey ve güney Mezopotamya'ya yayılarak her tarafı dehşet içinde bırakan Arami boylarından Đtualar imparatorluk başkenti çevrelerine kadar sokulmuşlardı (Günaltay 1987: 153–154). Tiglatpalasar III (745–727) 732’de, Şam’ı fethederek Aramilerin Suriye'deki en güçlü devletinin varlığına son vermiş ve buradaki Aramileri Asur sınır boylarına yerleştirmiştir. M.Ö. 720 yılında da Asur kralı Sargon II Aramilerin Hama prensliğini de ortadan kaldırarak Mezo- potamya Aramileri ile Dicle ve Đskenderun arasında dolaşan göçebe Aramiler de dahil bütün Suriye Aramilerini Asur imparatorluğu içine aldı (Günaltay 1987: 155–156). Aramiler, Suriye çöllerinde göçebe kabileler-aşiretler hâlinde ya- şayan, birbiriyle akraba birçok gruptan oluşmaktaydı. Uzun bir zaman dilimini kapsayan göçlerin sonucunda, başta Kuzey Suriye olmak üzere Mezopotamya'nın tümüne, Doğu Akdeniz kıyılarına ve Güneydoğu Ana- dolu'ya sızmışlardır. Ortaya çıkışlarından itibaren hiçbir zaman tek bir siyasal güç veya ortak bir kültür oluşturamamışlardır. Ortaya çıkış süreci de dâhil olmak üzere birinci binyıldaki tarihleri Mezopotamya'da Asur ve Babil, Kuzey Suriye'de ise Asur'un yanı sıra Geç Hitit kent devletleri ile bağıntılıdır. Kuzey Suriye'de XI. yüzyıl ile VIII. yüzyıl arasında birbirinden kopuk birçok küçük devlet kurmuşlardır. Hititlerle akraba olan ve Luwice konuşan aristokrat sınıfın yönetimi al- tındaki Geç Hitit kent devletlerinden bir bölümü Arami nüfuzuna girmiş, diğer kentler ve Asur eyalet merkezleri de Arami toplumuyla karışıp kay- naşmıştır. Orta Asur Krallığının zayıflama sürecinde varlık mücadelesi veren I. Tiglat-pileser (1114-1076) krallığı döneminde 28 kez Fırat'ı geçerek bu göçebeleri durdurmaya çalışmış, ancak bu çabalar başarılı olmamıştır. Önceleri kentlerini istila etmeye çalışan bu göçerlere karşı düzenli ordula- rıyla savaşan Asur kralları, Yeni Asur döneminde taktik değiştirerek bü- yük nüfus nakillerine başvurmuşlardır. Bir bölgenin güvenliğini sağlamak ve isyanları bastırmak temel gerekçesiyle nakledilen halklardan, yeni kentler kurmak, tarım alanlarına iş gücü sağlamak, orduda ise asker ihti- yacını karşılamak bağlamında yararlanılmıştır. Yazılı belgelerdeki kayıt- lardan Yeni Asur krallarının birkaç milyon insanı bu amaçla naklettikleri anlaşılır. Bu nüfusun büyük çoğunluğunu da Aramiler oluşturur (Köroğlu 2006: 144–145). Page 9 99 TÜBAR-XXIX/2011-Bahar/Arami Göçleri Arami Göçlerinin Kültürel Etkisi: Asur kentlerinden Ninive'de üzerinde Aramca yazı bulunan az sayıda belge bulunmuş, diğer birkaç kentte de Aramca yazılı tablet parçaları ele geçmiştir. Uluslararası ortak iletişim dili olarak kabul gören Aramca, Eski Ahit'te de kullanılmış; Pers egemenliği döneminde yaygın bir ticaret dili olarak konuşulmuş; bazı lehçeleri Kuzey Mezopotamya ve Güneydoğu Anadolu'da Süryani ve Keldani gibi topluluklar aracılığıyla günümüze kadar ulaşmıştır (Köroğlu 2006: 146–147). Süryanilerin Aramilerden geldiğini savunan tezin dayanağı, Sürya- ni halkının Aramca konuştuğu ve bundan dolayı da kökenlerinin Aramiler olduğu iddiasıdır (Bülbül 2005: 30). Tarihî kaynaklar Đsa-Mesih’in Aramcanın bir diyalekti olan Süryanca konuştuğunu ve Đncil’i bu dille vaaz ettiğini kaydederler. Đsa- Mesih’in konuştuğu ve Đncil’i vaaz ettiği dili, hâlen kiliselerinde ve dini eğitimlerinde kullanmakta olanlar Süryanilerdir (Çelik 2005::http://goc. bilgi.edu.tr). Bilinen en eski yerleşim alanlarından biri olan Mezopotamya’nın “Süryaniler”e yaklaşık 5. 000 yıldan beri ev sahipliği yapmasının önemi- nin vurgulandığı eserde ayrıca Süryanilerin (Aramiler, Asurîler, Keldaniler) Hıristiyanlığın ortaya çıktığı (Kudüs coğrafyası dışında) dö- nem içerisinde bu inancı kabullenen ilk topluluk olarak da vurgulanması dikkate şayandır (Şimşek 2003: 17, 27–28). Tevrat'ın bazı yerleri bu dille yazılmıştı. Tevrat'taki bu Aramca kı- sımlar, Hıristiyanlıktan evvel bilinen Aramcadır. Bizzat Đsa ve Havvariyun bu Aramcayı konuşuyorlarmış. Talmud'a ve Samaritenlere ait birçok vesikalar da bu dille yazılmıştır. Bunu bize ilk Hıristiyan cemaat- lerin zamanından kalan ve bugün Vatikan'da muhafaza olunan Đncil’e ait bazı yazmalar ispat etmektedir (Kınal 1954: 203). Suriye ve Filistin'de yazı dili Arami alfabesiyle, Đsa'nın dünya gö- rüşünü içeren ve Havarilerin mektuplarından oluşan Đncil kaleme alındı. Đncil'in el yazmalarının çoğalması Hıristiyanlığın yayılmasını hızlandırdı. Bölgede konuşulan Batı Arami lehçesi bu yıllarda Hıristiyanlığın kültür diline dönüştü (Özkan 2007: 14). Aramice yazıtların büyük çoğunluğu Güneydoğu Anadolu ve Suri- ye’de bulunmuş olmakla beraber bu dille yazılmış belgelerin Yunanistan, Mısır, Anadolu, Suriye, Kuzey Mezopotamya, Đran, Afganistan ve hatta Pakistan’a kadar genişleyen bir bölgeye yayıldığı görülmektedir (Dinçol 1991:267). Page 10 100 TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/Öğr. Gör. Hacı ÇOBAN Filvaki, Ahamenit Đmparatorluğu zamanında Aramca büyük bir himayeye mazhar olarak imparatorluk içindeki bölgelere yayılmış, hatta ana vatan topraklar üzerinde konuşulan lehçelere bile tesir etmiştir. Đşte bundan dolayıdır ki bu devir Aramcasına "Đmparatorluk Aramcası" de- nilmiştir. VIII. yüzyılın son çeyreğinde Sam'al’dan Damas’a kadar bütün Arami merkezlerinde aynı dil ve aynı lehçe kullanıldığı için buna "Müşte- rek Aramca" denilmektedir. Müellife göre MÖ. IX. yüzyıl, Arami dilinin altın çağıdır ve bu devir "annaller, kasideler, ritüeller, efsane ve destanlar gibi çeşitli ve zengin bir edebiyatla" tev'em olmalıdır, fakat bu edebiyat kaybolmuş ve bize kadar intikal edememiştir (Kınal 1954: 201, 202). Günümüzün Asurları, kökü Aramca şiveli diller konuşmaktadırlar. Asurlular konuşulan Arami dilini yazıya döktüler (Yonan, www. acsatv. com/filer/Qashisho). Sanat eserlerinde, özellikle de heykel ve kabartmalar üzerinde, Ku- zey Suriye'de Geç Hitit, Doğu Akdeniz kıyılarında Fenike, Asur kentle- rinde de Asur üsluplarıyla iç içe geçmiş, bazı yönleriyle de onlardan ayrı- lan bir Arami üslubu veya Arami tipi ayırt edilebilmektedir. Asur'da en erken Arami tipleri IX. yüzyıla ait Asurnasirpal II’nin bronz kapı kabart- maları üzerinde görülür. Kuzey Suriye'de, Geç Hitit kentlerinde de inşa edilen, ön cephesi sütunlu, arkasında uzun bir oda olan ve "Bit-Hilani" olarak adlandırılan saraylar Arami kentlerinde de karşımıza çıkar. Kaide üzerinde yükselen büyük heykel ve kabartmalarda, kral, aslan, grifon, sfenks, bitkiler ile askeri törenler ve dans eden hayvanlar gibi fantastik konular işlenmiştir. Tel Halaf’ta yerel kral Kapara (IX. yüzyıl) ve Tel Fahariya'daki kral Adduyis'in heykelleri de bu anlayışla yapılmıştır. Aramilere ilişkin yazılar daha çok alfabe yazısıyla, uzun ömürlü olmayan papirüs üzerine yazıldığı için günümüze ulaşamamıştır. Dolayı- sıyla bu toplum hakkındaki bilgilerimiz daha çok Asur kayıtları ve Eski Ahit'ten elde edilir. Az sayıda da olsa, taş gibi dayanıklı maddeler üzerine kazınmış Aramca yazıtlar da mevcuttur. Bu örneklerden en eskisi, Tel Halaf’ta bulunmuş ve X. yüzyıla tarihlenen tek satırlık yazıttır. Aynı böl- gede Tel Fahariya'da ise bir heykel üzerinde çift dilli (Akkadca-Aramca) bir yazıt saptanmıştır. Batıda Halep'in güneyinde Sefir'de üç stel üzerinde bulunan ve VIII. yüzyıl ortasında Arpadlı Mati'el ile Assur valisi Şamşi- ilu (KTKlı Bar-Ga'yah) arasındaki bir anlaşmadan söz eden yazıt ise bili- nen en uzun Aramca kayıttır. Sam'al Krallığının başkenti Zincirli'de Kral Hadad ve Bar-Rakkab heykelleri ile Bar-Rakkab'ın kabartmaları üzerinde de yazıtlar yer alır. Aramca Asur döneminden sonra da uzun süre önemini korumuş; Önasya'daki geniş bir bölgede konuşulmaya ve yazılmaya de- Page 11 101 TÜBAR-XXIX/2011-Bahar/Arami Göçleri vam etmiştir. Arami nüfuzunun dışında da Arami etkili sanat eserlerinin ve Aramca yazıtların varlığı bilinir. Aramilerin oldukça uzun bir süreci kapsayan ve geniş bir bölgede yaşanan tarihlerinin ilk bölümü, büyük oranda Yeni Asur Krallığıyla bağıntılı olarak şekillenmiştir (Köroğlu 2006: 148). Sonuç Aramiler, zamanla hem küçük gruplar hâlinde göçerek geldikleri ve hem de büyük nüfus nakilleriyle yerleştirildikleri bugünkü Mezopo- tamya topraklarında ve Önasya’da yerli halkla ve Asur kentleri ve çevre- sindeki tarım alanlarında Asur halkıyla kaynaşmış, bazı bölgelerde halkın çoğunluğunu oluşturmuşlardır. Bu süreç bir anlamda bu coğrafya halkının Aramileşmesine zemin hazırlamıştır. Bölgede bu dönemin hâkim devleti Asurluların yanında Güneydo- ğu Anadolu ve Anadolu’nun birçok bölgesinde yaşayan Hitit ve bakiyele- rini de dil, din kültür ve ırkı yapı bakımından büyük oranda etkilemiştir. Ancak Aramiler birçok şehir kurmuş olmalarına ve de diğer şehir- lerde etkili olmalarına rağmen siyasi bir birlik oluşturarak kendi millî devletlerini de kuramamışlardır. Aramiler bulundukları her bölgenin kültürüne adapte olmuşlar ve bunun sonucu olarak da sanatlarında Mısır, Ege, Finike, Hitit ve Asur sanatlarının tesirleri görülmektedir. Arami dili çok geniş bir alanda yayılmış ve Asurlular, Geç Hitit şehir devletleri, Babil, Suriye-Filistin ve Finike şehirleri, Persler, Ahamenişler zamanında yaygın olarak kullanılmıştır. Aramiler Asurca ile akraba olan ve kolay anlaşılan dilleri nedeniy- le kentlerde, tapınaklarda ve sarayda önemli görevlere yükselmişlerdir. Aramcanın oldukça geniş bir bölgede konuşulması, başta ticari ilişkilerde olmak üzere, farklı toplulukların ortak anlaşma dili konumuna gelmesine yol açmıştır. Mezopotamya kültürünün Doğu Akdeniz kıyıları ve Kilikya üzerinden Batı dünyasına (Grek kültürüne) aktarılmasında da Aramcanın önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır.

BABİLLİLER

BABİLLİLER ESKİ BABİL DÖNEMİ/1.BABİL DEVLETİ (M.Ö. 1800-1600)
M.Ö. 2.000 yıllarında Arabistan yarımadasından çıkan bazı göçebe kavimler Akdeniz kıyılarına gelip yerleşirken bunlardan Amurru (Batı Samileri) koluna mensup bazıları Mezopotamya'nın Akad bölgesine sızarak buraya daha önceden gelmiş Sami gruplarla birleşerek büyük bir Sami topluluğu oluşturdular ve yıllarca Sümer-Akad hakimiyetinde onların kültürüyle bütünleşerek yaşadılar. Babil şehrini de bunlar kurdu.

Amurrular, III.Ur sülâlesi döneminde Sümer-Akad devletinin zayıflamasından yararlanıp daha önceden işçi, tacir, ücretli asker vb. olarak özellikle çevresinde toplandıkları Babil'de üstünlüğü ele geçirip bir prenslik kurdular. Bu sitenin ilk yöneticilerinin Elamlılara bağlı olduğu sanılıyor. Daha sonra coğrafî konumunun uygunluğundan da yararlanan Babil sitesinin krallık durumuna gelmesi M.Ö. XIX.yüzyıldır.


Babil'in 6. kralı Hammurabi M.Ö. yaklaşık 1790'larda önce Sümer ve Akad kentlerini Elam Kralı Rim-Sin'i yenerek ve Elamlıları bölgeden çıkararak tek bir yönetim etrafında birleştirdi. Böylece Sümer ve Akad ülkesinin kurtarıcısı durumuna yükselen Hammurabi, devletinin sınırlarını kuzeydeki Asur ve Fırat boylarında bulunan ve yine Samilerce kurulan Mari sitelerini de alarak genişletirken aynı zamanda bölgesel bir devletten imparatorluğa geçişi de sağlamıştır. Bu devlete tarihte I. Babil Devleti (Eski Babil Krallığı) denir.


Hammurabi dönemi Eski Babil Krallığı’nın doruk noktasıdır. Hammurabi, kişiliği bakımından üzerinde bilhassa durulması gereken önemli bir kraldır. Çünkü dönemin siyasal ve sosyo-ekonomik ortamından yararlanıp eski çağın güçlü devletlerinden birini ortaya çıkarırken bir imparatorluk kurucusu olarak siyasal alandaki asker-komutan kişiliği kadar, Babil devletinin idarî, malî, hukukî alanlardaki yapılanmasındaki teşkilatçılığı onun sosyal kişiliğini de önemli kılar.

İyi bir komutan ve idareci olan Hammurabi aynı zamanda bütün gücüyle Mezopotamya'yı Samileştirdi ve Babil kültürünü Mezopotamya kültürü hâline getirdi. Hammurabi ilk kez ve tam anlamıyla merkezîleşmiş bir devlet yönetimi oluşturdu. O güne kadar Sümer siteleri birlik hâline getirilse bile başlarındaki ensilerin varlığına izin verildiğini, bunların merkezî idareye sık sık karşı çıkmaları nedeniyle kurulan imparatorlukların zayıf düştüğünü görüp bu yerel yöneticileri sitelerin başından alarak yerine kendisine bağlı valiler atadı.

Ordunun ve yönetimin kendi soyunun elinde toplanmasına özellikle dikkat etti. Öte yandan Babil şehri, devletin merkezi olarak kültür ve sanat ürünlerinin, ekonomik zenginliklerin getirilip toplandığı bir merkez oldu.


Böylece Babil'in merkez ve taşradaki birimlerinin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesini sağlayacak bir bürokratik kadro oluşturdu. Devletin başındaki kral olarak kendisi idareyi tek elden ve monarşik tarzda yönetmeye başladı. Bu yönetimi destekleyecek biçimde merkeze bağlı, geçimini kendilerine tahsis edilen topraklardan sağlayan bir ordu oluşturdu.

Hammurabi'yi tarihte önemli bir Sami imparatorluğu kurması kadar kanunları da ünlendirmiştir. Hammurabi'nin M.Ö. 1750’li yıllarda oluşturduğu sanılan kanunlarını, bölgesel devletten imparatorluğa geçiş sürecinde bölgelere göre değişmeyen bir örnek hukuk ve yönetim anlayışı kurmak için yaptığı sanılmaktadır.

Eski Sümer ve Akad kanunlarının, törelerinin ve fermanlarının toplanıp günün şartlarına göre yeniden düzenlenmesiyle oluşturulan ve tarihte bilinen ilk düzenli kanun derlemesi olan Hammurabi Kanunları; merkezî iktidarın bürokrasiden sonra tüm ülkeyi denetlemesini sağlayan bir aracı olmuştur.


Bu kanunlarla aynı zamanda tüm ülkede sabit pazar fiyatları da (fiyat kontrolü) geliştirilmiştir. Hammurabi, yaptığı bütün bu yasal düzenleme ve reformlarla donuklaşmış “tanrı-kral" anlayışından sosyal yönü olan "hayırsever hükümdar" kavramına geçişi de sağlamıştır ki, kendisi de yaptıklarını ve yasal düzenlemelerini anlattığı taş abidesinde "adil bir kral olarak halkı için yaptığı iyilik ve imar faaliyetlerini" dile getirir.

HAMMURABİ VE MARDUK (hAMmURabİ ve haMoARiDUK)

Hammurabi Kanunları ve Marduk


 

Erken Sümer dönemlerinden itibaren bir kutsiyet simgesi olarak kullanılan ve "Yıldız" (diye yorumlanan, +, haç biçimli ) işaretin eski toplumda, zamanla "kutsal", "tanrısal", "tanrı" kavrayışını ifade etmek için kullanılıyor olduğunu biliyoruz.

Gökyüzündeki bir "yıldız" tanımı olarak ortaya çıkmayan ve fakat giderek "yıldız" simgesi olarak yorumlanan bu erken dönem çiziminin, başlangıçta, kutsal olan bütün varlıkları, öncelikle de "An-umu" anlatıyor olduğunu görüyoruz.

Kendini ötekinin zıddı kılarak ittifak kurabilen eski toplumda, bu işaret, koruyucu ve kahredici olanı; tanrı, cin, şeytan, melek ve kahramanı, kısacası, insanüstü-doğaüstü olduğu varsayılan bütün varlıkların genel bir ifadesi olmalıydı. İttifak ilişkisinin bu yanındaki topluluk, kendi kutsal varlık simgesinin yanına eklediği "yıldız" işaretiyle "koruyucu tanrı"sını anlatmış ise, öte yandan, karşıt topluluk bunu, yine kutsal olan "yıkıcı, şeytan, ejderha" vb. olarak anlıyordu. İslam"da, şeytanın "melek"lerden birisi olmaya devam etmesi de bu yüzdendir.

Alfabe yazımına doğru ilerlendikçe, şekle verilen anlam, biraz daha somutlaşıyor. Sümerler, bu "yıldız" (olduğu varsayılan) çizimi "an,(anum)" olarak yorumluyorlardı. Demek ki, Sümerler, "yıldız" olduğu sanılan bu çizimle, başlangıçta, genel anlamıyla göksel bir "yıldız"ı değil, çok somut olarak "An-um"u kastediyorlardı. An-um, çift dilli tabletlerde de görüldüğü gibi, Akadça "sema, şama" karşılığıdır. "Sema, Şama" kavramı ise Gök"ler ve Güneş ile bağıntılıydı.

İncelemelerimiz bize, Güneş"e atfedilen bu kutsiyetin, Sümer-Akad ittifak ilişkileri döneminde, sadece "Tatlı Su ve Tuzlu Su" kültünün var olduğu dönemin hemen ardından itibaren geliştiğini gösteriyor. Bu, toplum birimlerin ittifak törenlerinde kullanılan ve kurbanların yakıldığı, pişirildiği gerçek, yakıcı, kavurucu, arındırıcı kutsal "ateş" ile bağıntılıydı. Soyutlama, toplumun, herhangi bir olgu, kurum veya aracı, gerçek yaşam koşulları içinden çekip çıkarma, dışlama, metotlarından birisidir. Sümer-Akad geleneğinde, "ateş" ve onunla bağıntılı "kutsal nefes", "kutsal yel,üfürükçü" kültünün ne denli etkili olduğunu biliyoruz. Tabletlerde yer alan "Doğu rüzgârı", "kuzey, güney, batı rüzgârı", "yel", nefes, kutsal ruh, Enlil, Elli"ler kavramlarının anlattığı kült, ateş-nefes kültü idi. Musa, tanrıyı çölde sönmeyen bir ateş olarak görmüştü. Yahya peygamber, İsa"yı Ürdün nehrinde kutsarken, İsa"nın “insanlar”ı (yeniden) ateş"le kutsayacağını ilan etmişti. İslam"da cehennem, yakıcı ateş ve kaynar sulardan ibaretti. Ateş kültü, sadece Mezopotamya"da değil, eski Yunan ve Roma"da da çok etkilidir. Hem arınmanın, hem cezalandırmanın aracı olan kutsal ve kahreden ateş, kutsal sunu, ortak ziyafetin hazırlık aracı olarak aynı zamanda kardeşliğin, ittifakın da simgesiydi.

Kutsal dinlerin olumlu veya olumsuz yönüyle çok ilgilendiği "ateş", günümüzdeki olimpiyatların sönmez meşalesinde, kilise ve ziyaret"lerde yakılan mumlarda, nevruz ateşlerinde… yaşamaya devam etmektedir. Ateş ve onun gökteki karşılığı olarak Güneş kültünün derin ve belirgin izleri, bizi, eski toplumun yarı-yamyam dönemine değin taşır. Ateş-güneş tapınmasının derinliği, öteki yönüyle, eski toplumun yamyamlıktan kurtulma çabasının büyüklüğünü de gösterir. Ateşe tapmakla, nevruz ateşinin üzerinden atlamakla, ateş yiyip, ağzından ateş çıkarmakla, ateşle arınmakla eski toplum, insanın ateşe atılarak, ateşte yakılarak kurban edilme geleneğini sembolik bir edime dönüştürebilmiş oluyordu. Bu bakımlardan Sümer ve Akadların en eski kutsal varlıklarının başında "An, Anum, Samu, Şamaş" kültünün geliyor olması, ne tesadüfîdir ve ne de bir "cehalet" ürünü…

Sümer –Akad "yaratılış" anlatımlarında, “yoktan bir var ediliş”in bulunmadığından bahsetmiştik. Sümer-Babil "yaratılış" anlatımları, toplum birimler arasında ittifak düzeninin, karşılıklı kurbanlar verilerek sağlanmasının, o günkü kavrayış düzeyi bakımından, aktarılan bir tarihçesidir. Kurbanlar üstelik tıpkı İsa gibi, ölmeden önce ve ölerek tanrı veya tanrısal olan varlıklardı. Veya hatta başlangıç dönemi bakımından diyebiliriz ki, kurban edilen insan , kurban edilerek tanrı veya tanrısal kılınıyordu.

Bu yaklaşımı İsa anlatımında da görürüz: İsa, "İnsan"lığın günahları" namına kendini feda etmişti. Buradaki "İnsan" sonraki soyut, genel insan halini almadan önce, eski toplumda, çok somut bir topluluğun kendini tanımlama kavramıydı; "günah" ise, eski toplumun "yükümlülük" kavramına karşılık düşer.

Eski tabletlerde bir “çocuğun günahsız doğamayacağı” biçimindeki ifadeler, bu çocuğun yaşayabilmesi için yaşamı karşılığı olan totemi, adakları sunması gerektiğine anımsatmadır. Bebeğin doğumuyla başlayan geçiş törenleri, sunular, ziyafetler geleneğine bugün de sahip olmamız bundan ötürüdür. Günümüzde bir malın-eşyanın fiyatının "günah" kavramıyla da ifade edilebiliyor olması, günah kavramının eski toplumda "yükümlülük" ile anlamdaş olarak kullanılmış olduğunun bir diğer göstergesidir.

Annunaki okunuşlu kavram, "Yer tanrıları" anlamına kavuşmadan önce, Yer ve Göğün kutsal varlıklarını (tanrılarını) birlikte anlatıyor gibidir. Bu doğaldı da. Çünkü Sümer-Akıt "yaratılış" anlatımında gördüğümüz gibi, "Yer ve Gök", bir süre "birlik"te var olmuşlardı.

Tarihte birçok kez gerçekleşen "Yaratılış"lardan birisinden sonra; kutsal yöneticilere "tanrı" olarak ad verilmesi ve ayrıştırılmalarından ve böylece "var edilmeleri"nden daha sonraki yüzyıllarda, Enlil, büyük bir öngörü ile artık "Yer"in Gök'ten ayrılması, Gök'ün de Yer'den ayrılması'nın gerekli olduğunu görmüştü:

"Efendi, gerekli olanları meydana getirmek için, Kararları değişmeyen bey, Yer"den "ülke"nin tohumunu çıkaran Enlil, Yer"den Gök"ü ayırmayı düşündü, Gök"ten Yer"i ayırmayı düşündü"

Kutsal kitaplarımızın "yaratılış" olarak aktardıkları olay, tarihin hayli ilerlemiş olduğu bir noktada Sümer-Akad topluluklarının birbirinin zıddı kılınarak, aralarındaki ilişkilerin yeniden düzenlendiği işte bu anın anlatımıdır.

Burada dikkat edilmelidir ki, bu topluluklar, bu aşamada yamyamlığı hala sürdürüyorlardı. Bu nedenle de kutsal varlıklar, bu dönemin yaratılış anlatımında henüz, hayvan ve bitki özelliği göstermezler. Hayvan veya bitki totemlere geçiş, insanin kendi yerine hayvan veya bitki sunabilmesini sağlayarak yamyamlığa son verebilmenin yolunu açmıştır. Tanıdığımız haliyle "yaratılış" döneminde, toplum birimler arasındaki ayraç olarak, daha sonra "yer", "gök", "su", "ağaç" vb. olarak değerlendirilecek olan kara, beyaz, kırmızı, yeşil, mavi gibi renkler kullanılmış gibi görünüyor.

"Karabaşlı", "kızıl başlı" kavramlarının kaynakları, bu döneme dayanıyor olmalıdır. En azından Sümerlerin, kendi topluluklarını "karabaşlı"lar olarak tanımladıkları kesin olarak biliyoruz.

Şimdiki bizler gibi, uzak Sümer torunları da, "Gök" ve "Yer"in, günümüzdeki anlamlarıyla "Yer, Gök" olduklarını sanmış olsalar da, Sümer anlatımlarında yer alan "gök-yer" kavramlarıyla nitelenenler, iki farklı topluluğun tanımlarıydı.

"Yer"in Gök"ten ayrılması"ndan sonraki dönemde, Annunaki'ler "yer tanrıları", "toprak", "kara" topluluk yöneticileri halinde yorumlanmaya başlanmaktadır. Buna karşılık İgigi olarak okunan kutsal varlıklar ise Gök'ün, Semitik topluluk atalarının yönetici, kutsal varlıkları olarak yorumlanmaya başlanmış görünüyor. İgigi olarak okunan kelime "Gigi –(salmu, Akadça)" siyah, kara, gece anlamlarındadır da.

"İnsanoğlu" ile "tanrı-gök'sel oğullar" ayırımı, Sümer-Akad toplulukları arasındaki ayrımının da bir ifadesidir.

İnsan ile şeytan; toprak (veya sudan) yaratılan insan ile gök'sel melek (veya ateşten ) yaratılmış şeytan biçimleriyle de tanıdığımız bu ikili ayrım, iki ana çizgi, bizi, eski Sümer-Akad topluluklarına kadar, kaybolmadan taşıyabilecek kadar derin izlere sahiptir.

Eski Ahit ve Enoş'un kitabı, "Tanrı oğulları, melekler"in, "insanoğlu kızları'yla" evlendiklerini anlatır. Bunun karşılığında, İnsanoğlu erkekleri de Tanrısal meleklerle evlenmiş olmalıydı. Bu karşılıklı evlilik düzeni anlatımlarını, Gılgamış'ın Dummuzi'nin kız kardeşi ile ve Dummuzi'nin de Gılgamış'ın kız kardeşi ile evliliklerinde buluruz. Bu ana çizgileri izlediğimizde, örneğin İslam'da, Dumuzi, Hz. Adem; Gılgamış ise ateşten yaratılan şeytan, Âdem ile Havva'yı cennetten kovduran yılan vb. olarak karsımıza çıkar.

Eski toplumun Toprak ve Su kültü ile Ateş ve Gök kültü, ana çizgilerini kaybetmeden sürüp gitmiş olsa da, toplulukların birbirlerine karışması, kültlerin de birbirine karışmasına yol açmıştı. Öte yandan, topluluklar arası kaynaşma, gelişen ticaret, daha geniş ölçekler içinde yeni toplulukların oluşma süreci, tek tanrıya ulaşma gereksinimini de doğurur. Bu aşama, yaklaşık – 2000"li yıllarda iyice olgunlaşmış durumdaydı. Askeri olarak Sargon tarafından merkezi bir yapıda toparlanmış olan toplulukların ardından, ortak bir yasa (belki Anayasa da diyebiliriz) altında, Hammurabi döneminde tam olarak yeniden sağlanan bu toparlanma dönemi, tek tanrıcılığa geçiş sürecinde belki bir dönüm noktası olarak ele alınabilir. Bu aşamadan itibaren, eskiden ayrıcalıkları, farkları vurgulanmaya özen gösterilen tanrıların, giderek tek bir kutsiyet kavramı içinde toparlanmaya başladığını görürüz.

Marduk okunuşlu bir kavrama, toplumsal gelişmenin tamamen doğal gelişimi içinde kalarak, işte bu donemde rastlıyoruz. Hammurabi Yasasının giriş bölümünde şöyle deniliyordu:
"Ne zaman ki,
Anunnaki'lerin efendisi (lugal)
göklerin ve yerin efendisi
Ulu (Tanrı) Anum( AN),
ve
Memleketin kaderini tayin eden,
Enlil,
Ea'nın(enki) büyük oğlu
Marduk(AMAR.UTU) "u
Bütün insanlık üzerine
Enlil'liğe
tayin ettiler (ve)
İgigi'ler
(arasından) onu yücelttiler,
Babil (ka. dıngır. ra) şehrini üstün adıyla andı;
Onu cihanda üstün yaptılar…"

Burada "Marduk" okunuşlu kavram, Sümer tarihinin en eski dönemlerine bağlı olarak ele alınmaktadır, böylece "yeni" bir olgu imiş gibi değerlendirilmediğini görüyoruz.

Hem de, Marduk'un Sümer karşılığı "amar-utu" biçimindedir ki, kelime kelime yaklaşık anlamlarıyla "güneşin oğlu", "güneşin dana'sı", "adanmış oğul" gibi yorumlara ulaşabiliriz ki, bunların tümü eski toplumda kullanılan kutsal kavramlardı.

Marduk, bir isim olarak değil; Gılgamış geleneğinin canlandırılması; Eski Ahit"te tanıdığımız şekliyle Nemrut; Âdem karşılığındaki Şeytan, ateş ve yılan sembolünün yeniden yüceltilişi olarak görünüyor.[1]
Hammurabi döneminde "Marduk" olarak okunan (Sümerce: amar-utu) , Babil'in baş tanrısına, bu ses değerleriyle Sümer kayıtlarında rastlanmaması, öteden beri konuyu ilginç kılmıştır.

Ortalama tarih değerleriyle (-1792/ -1750) arasında yaşadığı kabul edilen Hammurabi'nin kanun metninde karşılaştığımız "Marduk" okunuşlu tanrı, daha sonra, yaklaşık -1200"lere doğru bütünlüklü hali verilmiş gibi görünen Enuma Eliş'te, asıl yaratıcı, kahraman, Ea-Enki'nin büyük oğlu, Enlil sıfatlarıyla karşımıza çıkıyor.

Bir olgu olarak saptayalım ki, Babil kraliyet listesinde, Marduk'la ilişkili kral isimleri, Hammurabi döneminden çok sonra, -1200'lerden itibaren, yani bir bakıma Enuma Eliş'le birlikte ve giderek artan bir şekilde kullanılmaktadır.

Babil kralları listesinde, Marduk-Apal-idina (-1174/-1157) Marduk-kabit-ahhesu (-1156/-1139) Itti-Marduk-balatu (-1339/-1331) Marduk-nadin-ahhe (-1098/-1081) Marduk-sapik-zeri (-1080/-1068) Marduk-zeri (-1046/-1033) gibi kral isimlerine rastlıyoruz.

Sümer-Babil tarihinin incelenmesi sırasında, sadece "kavram, kelime" ses değerlerine ("okunuş") bağlı kalmanın ve bu çerçeve içinde yorum geliştirmenin zayıf temeller taşıyacağına çok kez değindik. Yazının kullanımından bu yana geçirdiği evreler, farklı dillerin ortak resim değerlerini kendi sesleriyle aktarmaları, alfabeye geçildiğinde sesli harflerin kaydedilmemesi, yazının sağdan veya soldan başlanarak okunabilmesi, kavram anlamlarının sonraki yazıcılar tarafından farklı yorumlanabilmesi gibi, niyete bağlı olmayan etmenler, aynı özellikteki tanrı isimlerinin çeşitlenmesinin de nedenlerini oluşturmuşlardı.

Enki-Apsu tanrının özelliklerini hesaba kattığımızda Efes, Okenaos, Poseidon… Kavramlarının aslında farklı alfabe ve okuyuş türleri etrafında, aynı tanrının tanımı olduğunu görürüz. Kavram anlamları bakımından da durum böyledir. Örneğin, güzeller güzeli İnanna, başlangıçta Nippur'un genç, alımlı, kutsal suda arınmış, henüz çiftleşmemiş ("bakire") bir genç kızıydı ve ilk cinsel ilişkisini Enlil ile (ama eğer tablet kayıtlarındaki ifadeye güvenirsek...) bir "kayık"ta gerçekleştirmişti. Bay Kramer, Enlil'in, Ninlil'e, kesinlikle bir "kayıkta" tecavüz etmiş olduğundan neredeyse emindir.

Bununla birlikte saptamalıyız ki, Bay Kramer gibi uzmanlarımız, konuların daha çok spekülatif yanlarıyla ilgileniyor oldukları için, bu tür "kayık" gibi kavramlar etrafında dolaşıp kalırlar. Onlar, bu çiftleşmede ("ırza geçmenin" !) neden bir dağ başında, ovada, elma ağacı dibinde değil de mutlaka "kayık"ta gerçekleşmiş olarak aktarılmış olabileceği ile pek ilgilen(e)mezler.

Tabletlerin bu "kayık" kavramına güvenirsek, bir başka büyük Sümer tanrısı, Enki de, bir başka genç kızla yine "kayık"ta çiftleşmişti. "Kayık", "gemi" gibi motifler, ünlü Nuh Tufanı'nın da temel aracı olduğuna göre, bu kavramın belki bir başka mekân tanımı olarak kullanılmış olabileceği üzerinde durmak gerekli idi. "Tecavüz" sahnesine odaklanan ve "gemi-kayık" kavramının geçmişteki anlamını sorgulamayan yaklaşım, ister istemez, Eski Ahit"in "3 katlı Nuh gemisine" inanmaya da devam etmek zorunda kalır.

Tanrıların hayvan ve bitki dünyası ile Ay, Güneş, yıldız ve gezegenlerle iç içe geçen yapısı, insanın toprak, şeytanın ateşten yaratılması inancı; güzeller güzeli İnanna'nın "göğün kutsal ineği" olması, Musa döneminde "altın kutsal dana"ya tapılması… vb. motifler, bizlere olağanüstü karmaşa içinde ruhlar, yıldızlar, kurgular dünyası gibi görünse de, bütün bunlar, insan toplumunun en gerçek ilişkilerinin farklı tarihsel dönemlerdeki yansıtıcılarından başka bir şey değildirler; kültür birikimlerini sonraki nesillere devreden eski toplum, şimdiki toplumun bütün değerlerinin başlangıçtaki yaratıcısıdır.

İstanbul medyasının "Kanarya Aslan'ı yuttu." türü başlıklarını çok doğal bir şekilde algılayan bizlerin, eski toplumun "Aslan, Kuzuyu; kuşlar, tahıl'ı yemiyorlardı." türünden ifadelerinde "mitoloji", "hayaller" vb. arama tavrını bir türlü anlayamamışımdır.

Eski topluma, onun kavramlarına, eski bir toplumun yaşam koşullarını hesaba katarak; modern ayinleri tanıyarak, anane ve öteki kurumların gelişim çizgisini yakalayarak, toplumsal mantığın bireylerce belirlenemeyen değerleri bakımından yaklaşılırsa, eski toplumun kutsal peçesinin ardında bulunan doğal, saf ve en az şimdiki toplum kadar zeki yüzünde bulunan pırıltılarla karşılaşırız. Bütün bir insanlık kültür birikimini, bu insanlığa değil, Ay'dan, yıldızlardan gelmiş yabancı varlıklara ait kılma çabasında, hiç olmazsa bir parça, Batı'nın, Mezopotamya topraklarında fışkıran kültürü, bu kültürü yaratanlara layık görmeyen; bunu onların atalarının yaratmış olabileceğine inanmayan tutumu yatar.

Aslında eski toplum, ona, o nasıl ise, olduğu haliyle yaklaşanlara kapısını sonuna değin açan şarklı bir misafirperver gibi davranır. Buna karşılık, ona düşmanca yaklaşanlar, bir "şarklı" düşmanla, bir "şark kurnazı" ile baş edemezler ve tarihi, insan toplumunun elle tutulan gerçek yaşamında değil, ya "Tanrıların araba" tekerlerinin izlerinde, ya da "gizemli" (!) uygarlıkların yıldız esintilerinde aramak zorunda kalırlar.

Hammurabi yasalarında ve Enuma Eliş'te anlatılan biçimiyle, tarihçesi erken Sümer dönemlerine değin uzanmasına karşın "Marduk" okunuşlu tanrıyı, eski Sümer-Akad tabletlerinde, şu andaki bilgiler ölçüsünde, "Marduk" ses değerleriyle bulamıyoruz. Bu durumda, önce, Marduk'un, ona atfedilen özellikler bakımından kökeninin, eski kaynaklarda aranmaya çalışılması gerekiyordu.

Marduk okunuşlu tanrıyı, tanrısal büyük oğlu, ilk kez Hammurabi kanun metinleri üzerinden tanıdığımıza göre, Hammurabi"nin bu Marduk okunuşlu tanrı ile bir ilişkisi olması gerektiğinden yola çıkabiliriz.

Hammurabi olarak tanıdığımız ve ortalama tarihsel dizine göre, -1792/ -1750 yıllarında yaşamış olan bu şahıs, tablet yazımlarında ha -( h)am -mu -ra -pi (bi) lu gal, Gallugal Hahammuraba, Kaammu-rapi, Kammuraba gibi okunması mümkün bir şekilde ifade ediliyordu.

Kanun'larının ön ve son söz içeriklerinde Hammurabi, hem krallığını, krallar kıralı oluşunu vurgular; hem de, tanrılar tarafından çağırılmış olduğunu, yani tanrısal elçiliğini... Bu durum, Hammurabi döneminde iki erkin, kraliyet ve dini yetkinin tek elde toplandığını gösteriyor.

Öte yandan, birçok kral isminin tekrarına karşın, Babil kraliyet listesinde ikinci bir Hammurabi"ye de rastlamıyoruz. Museviliğin Haham ve Rabin gibi yaşayan dini kategorileri ile ve yine Museviliğin, yola çıktığında Ab-ram iken, tanrı tarafından "halkların babası" yapılması uygun bulununca "Ab-ra-ham" olarak "adı" düzeltilen "Hazreti İbrahim" arasında hiç olmazsa kavramsal düzeyde bir ilişki bulunuyor olabilir. Bu durum, dini çevrelerde, Abraham'ın Milattan önce 2000'lerde yaşadığı "rivayet"i ile de pek ters düşmüyor.

Museviliği oluşturan Abram (Avram) (evre) (yevre) topluluğu da, Hammurabi'nin soyu gibi semitik bir ortak geçmişe dayanmaktadır. Hammurabi, bizim "Amorit"ler olarak da seslendirdiğimiz bir semitik kavimdi. Fransızlar'ın "Amorrhéens" diye yazdığı, Eski Ahit'e "Amorlular" diye kaydedilmiş bu topluluk ve bu topluluğun tarihte bulundukları alanı, Sümer tabletlerinde "Martu toprakları" olarak buluyoruz.

Martular, erken Sümer dönemlerinden itibaren Sümer tarihinde yer almış görünüyorlar. Bu bakımdan, eğer, Hammurabi, Martu topluluğun tanrısı Martu"yu, Sümer yazımıyla a-mar-utu'yu Marduk sesleriyle tanımış ve aktarmış ise, bunu tamamen kişisel bir kurguyla yapmış olamazdı. O, aidi olduğu topluluğun derinlerde kalan ve kulaktan kulağa aktarılan ilahilerinin tanrısından bahsediyor olabilirdi.

Öte yandan, Martu, Maru, Mari, Amor, Amorit biçimli okuma veya yazmaların anlattığı bu topluluk, Sümer kaynaklarında daima “Batı” bölgesi ile bir ele alınıyordu.

"Bir zamanlar,
Subur ve Hamazi ülkeleri,
Çok (?)-dilli Sümer,
Kraliyetin ilâhî yasalarının büyük ülkesi,
Gerekli her şeye sahip ülke Uri,
Güvenlik içinde (Batı'da) yaşayan Martu ülkesi,
Bütün evren,
İnsanlar tek yürekle,
Övüyordu Enlil'i tek bir ağızdan."

Sümer tabletlerinde, Martu veya Amurrûm kavramları, Batı'da oturan toplulukların, Batı yönünün de anlatımı idi. Kuşkusuz, bu tabletler, "bütün evren" dediği zaman, yukarda da görüldüğü gibi, Sümer ve en yakın ittifak topluluk topraklarını kastediyordu.

Daha önceki dönemlerde bu "evren" kavramının sadece Sümer topraklarından ibaret görülmüş olduğu açıktır. Bu bakımdan Sümerler için yön tasnifi, hiç olmazsa kendini merkez varsayarak yapılıyor olmalıydı. Öyle görünüyor ki,”yevropa” terimine kaynaklık eden "yevre" –ibra'ni semitleri, giderek Martu'ların yerine geçmiş ve Batı kavramı, "ibra" türü bir yazımın yevre biçimli (Rus'lar Musevileri, Abra yazımını kiril alfabesi yoluyla okudukları için, günümüzde de "yevre" sesiyle nitelerler) okunmasıyla türetilmişti.

Yukarıda aktarılan ilahi, Martu ülkesinin, erken Sümer döneminden itibaren, bölgede kurulmuş olan ittifakın ve Enlil, Yel-Ateş kültünün bir parçası olarak değerlendirildiğine kuşku bırakmıyor. Uruk kıralı Enmerkar'ın (bu kavramı Gılgamış veya Dumuzi olarak da anlayabiliriz), Martu'nun Uruk'a saldırısından bahsetmesi; çok daha önceki çağlarda, Enki'nin, "dünya düzeni"ni sağlarken Martuları gözeten, onlara armağan veren tutumu, bu bakımdan pek şaşırtıcı değildir. Anlaşılıyor ki, Hammurabi"nin semitik Amorit topluluğunun ataları olan Martular çoktan, Sümer'in Batı'sına gelmiş durumdaydılar.

Marduk'un Sümer karşılığı a-mar-utu, her hâlükârda, bu kavramın Utu, Güneş, an, Şamaş, kavramı ile bu topluluk arasında var olan ilişkiye işaret ediyor. Bu nokta, aynı zamanda, benim Tufan yorumlarımda Güneş'i, Bay Kramer gibi, Doğu yönünde değil de, neden Batı'da arıyor olduğumla da ilişkilidir.

Sümerlerin Martu sesiyle tanımladıklarını düşündüğümüz bu topluluk ile ilgili bazı tabletler, bize, "Martu"ların özelliklerini de açıklamaktadır. Martu'ların kişiselleştirilmiş bir anlatım tarzı olarak, bir "kişi" haliyle Martu, bir gün evlenmeye karar vermişti.

Bay Kramer, bu konuyu söyle özetliyor: Martu, Annesine, kendisine bir eş almasını ister: Annesi ona bu konuda öğütler verir. Bu öğütler doğrultusunda Ninab"da büyük bir şölen kurulur ve şölene Kazal*lu'nun koruyucu tanrısı Numuşda, karısı ve kızı ile birlikte katılır. Bu şölen sırasında Martu'nun yaptığı kahramanca gösteriler (bu bolümü içeren pasaj kısmen kırıktır ve büyük bö*lümü anlaşılmamaktadır) Kazallu'lu Numuşda'nın hoşuna gider. Ödül olarak Martu'ya gümüş ve lacivert taşı (lapis lazuli) verir; ama Martu kabul etmez; ödül olarak Numuşda'nın kızının elini ister. Numuşda bu teklifi sevinerek kabul eder; kızı da razı olur. Fakat kızın yakın akrabalarından birisi Martu'yu şöyle tanıtarak, kızı evlilikten vazgeçirmeye çabalar:

"Çadırda oturan, rüzgârın ve yağmurun (tokadını yiyen ?) bu adam, (Martu)
bilmiyor (?)] dua nedir,
Silahla, dağı yaşadığı yer [hâline getiriyor (?)]
Aşırı kavgacı bu adam, ülkelere düşman [oluyor (?)],
Dizlerini bükmesini bilmiyor,
Pişmemiş (çiğ) et yiyor,
Ömründe evi olmamış,
Ölünce mezara konmuyor.
Ey... nim, niye Martu'yla evleniyorsun?"
Numuşda'nın kızı Adnigkişar, bu tartışmaya basitçe şöyle karşılık verir:
"Martu ile evleneceğim "

(Kramer. Sümerler,Sümer Mitolojisi vb.)

Bu tablette yer alan bilgiler, altın değerindedir ve bize, "pişmemiş (çiğ) et yeme", "ölünce mezara konmama" gibi, her göçer toplulukta mutlaka olması gerekmeyen özellikler hakkında bilgi vermektedir. "Pişmemiş et" yemeği, daha sonra, kutsal erkek et yiyecek türü halinde, Arâmî ve Hitit kültü üzerinden "çiğ köfte" biçimiyle günümüze değin ulaşacaktır. Doğal olarak,"çiğ köfte" geleneğinin şimdi yaşadığı alanlar ile bu Martu topluluğu arasında bir ilişki kurmak aykırı değildir.

Bay Kramer tarafından "Enki ve Dünya Düzeni" başlığı atılarak çevrilen bir tablette ise, Hammurabi kanunlarının ve Enuma Eliş'in, Marduk'u Enki-Ea'nın "büyük oğlu" olarak nitelemelerini hakli kılacak bir ilişkinin varlığını görürüz. Enki, herhalde kendisine yardımcı olan, kendine tapan bu topluluğu her seferinde ödüllendirmekten geri durmaz. Magan, Dilmun Melam, Marhaşi, Meluhha, Ur, Uruk, Nippur, Dicle ve Fırat"ı dolaşarak, oraları abad eden, oralarda düzen kuran Enki, Martu'lara da armağan olarak, durmadan "sığır" verir:

"Kent kurmayan, [ev] kurmayan *Martulara Sığır verdi Enki armağan olarak"

"Kenti olmayana, atı olmayana, Martulara sığır verdi Enki armağan olarak"

Tabletin buradaki ifadeleri, Martu'yla evlenen gelinin yakinen gözlemleriyle uyum içindedir: Martular, kent kurmayan, evi olmayan, ölülerini gömmeyen gezgin, avcı, toplayıcı, çoban bir topluluktu.

Enki tanrı ile, bunun Kenan okunuş biçimi arasındaki ilişkiye daha önce değinmiştik. Eski Ahit'in tanrısının, Musevilere durmadan "Kenan topraklarını" vaat etmesinin gerisinde de böyle bir ilişki bulunuyor gibidir:

“O gün Tanrı, Abram(Avram)`la antlaşma yaparak ona şöyle dedi:

“Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları -Ken, Keniz, Kadmon, Hitit*, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını- senin soyuna vereceğim.” (Yaratılış)

Tanrı, daha sonra Musa döneminde bu vaadini yineler:

“ Söz verdim, sizi Mısır`da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.`“Amor, Kenan, Hitit, Periz, Hiv ve Yevus halklarını senin önünden kovacağım... (Daha sonra ) İsrailliler Heşbon ve çevresindeki köylerle birlikte Amorlular"ın bütün kentlerini ele geçirerek orada yaşamaya başladılar.”

Bu durumda, Eski Ahit'in, Amorluların, onların ataları Martu"ların gelenekleriyle karşılaşmasından daha doğal bir şey olmaz. Fakat ilginç bir şekilde, Sümer-Akad tarihinin birçok temel izini bulduğumuz ve tıpkı Enuma Eliş gibi, eski kaynaklardan beslenen Eski Ahit, Hammurabi'nin tanımladığı ve erken Sümer dönemlerinden itibaren var görünen Marduk sesiyle aktarılan bir tanrıya yer vermez.(Sonraki Merodak isimli krallardan bahsetmiyoruz)

Buna karşılık, Eski Ahit, secere sayımı sırasında, Nemrut okunuşlu tanrıdan, oldukça saygılı bir ifade tarzıyla ve soylarını saydığı öteki "kişi"lerde yapmadığı ölçüde geniş açıklamalarda bulunur:

"...Ve Kuş, Nimrod"un babası oldu; o, yeryüzünde kudretli adam olmaya başladı. O, Rabbin indinde kudretli bir aver idi; bundan dolayı, "Rabbin indinde Nemrut gibi kudretli avcı", denilir. Ve, onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad ve Kalne idi. O diyardan Aşura çıktı ve Nineveyi ve Rehobot-iri, Kalah"ı ve Nineve ile Kalah arasında Reseni inşa etti; büyük şehir budur" (Tevrat, Tekvin, 10/8-12).

Eski Ahit'in, Marduk'la eşitlendiği anlaşılan Nemrut okunuşuna nasıl ulaşmış olduğunu şu anda bilmiyoruz. Eski Ahit, belki, Nemrut okunuşuna, Tufan döneminden beri Sümer-Akad kayıtlarında bilinen ve Marduk'un da bir özelliği olan Ninurta tanımından; belki Marduk'un "güneşin büyük oğul"u özelliğinin Sümer-akad karışımlı bir yazımı olan “en mar utu” / N M R T ( Eski Ahit yazarları sesli harfleri kaydetmiyordu...) yazımı, sesli harf kullanımına geçildiğinde Nemrut, Nimrut biçimini almıştı...

Kesin olan şu ki, bölge toplulukları, Marduk olarak tanınan tanrının özelliklerini, gökyüzündeki her hangi bir X gezegeninde değil; tanrılar henüz ay ve yıldız dünyasına ulaşmamış iken, erken Sümer oluşumundan itibaren yaşanan gerçek ilişkilerde aramışlardır.[2]